
GİRİŞ
Dünya tarihinde anayasal düzen kurma girişimleri, özellikle askeri darbeler sonrasında ortaya çıkan siyasal boşlukları doldurmayı hedefleyen ve kurucu iktidar vasfı taşıyan anayasa yapım süreçleri olarak değerlendirilir. Bu tür metinler, yalnızca yeni bir normlar hiyerarşisi kurmakla kalmaz; aynı zamanda meşruiyet, egemenlik ve devletin ideolojik yönelimini yeniden tanımlama işlevi görür (Tanör 78). Türkiye’de 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 müdahaleleri anayasal düzeni tamamiyle değiştirme amacı taşıyan müdahalelerdir.
Emekli Korgeneral Cemal Madanoğlu’nun lideri ve Doğan Avcıoğlu’nun fikir babası olduğu 9 Mart Hareketi, başarısızlıkla sonuçlansa da geride “Türkiye Cumhuriyeti Devrim Anayasası” adıyla bir taslak anayasa metni bırakmıştır. Bu metin, dönemin yükselen sol tandanslı fikirleriyle uyumlu olarak halkçı, devletçi ve devrimci bir kolektivist düzen öngörmekteydi (Avcıoğlu 113). Öte yandan 1982 Anayasası, 12 Eylül askeri müdahalesi sonrası kabul edilerek “bireyi devlete tabi kılan” otoriter sağ bir tandansa sahiptir. 1961 Anayasası’yla getirilen çoğu anayasal hak ve özgürlükleri daraltan bu metin, güçlü yürütme kurumlarıyla yönetimde istikrarı öncelemiştir (Gözler 417). Bu çalışmada, her iki anayasal düzen hem kurumsal (yasama, yürütme, yargı erklerinin yapısı) hem de ideolojik (egemenlik, laiklik, ekonomik düzen) yönleriyle karşılaştırmalı olarak analiz edilecektir.
DEVLETİN TEMEL İLKELERİ ve EGEMENLİK ANLAYIŞI
9 Mart 1971 tarihli Devrim Anayasası taslağı, devletin niteliğini açıkça ideolojik bir temele oturtur. Anayasa’nın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin “devrim ilkelerine dayanan halkçı, devletçi, laik, milli ve sosyal devrimci bir devlet” olduğu belirtilmektedir (Gürkan 233). Bu ifade; anayasal düzenin yalnızca biçimsel kurallar bütünü değil, aynı zamanda ideolojik yönelimi de belirleyen bir çerçeveye sahip olduğunu gösterir. Aynı zamanda, egemenlik anlayışı da bu ideolojik yapıyla bağlantılıdır. 4. maddede, egemenliğin “devrim ilkelerine aykırı kullanılamayacağı ve hiçbir kişi, zümre ya da sınıfa bırakılamayacağı” hükme bağlanarak, egemenliğin yalnızca halk adına ve devrimci ilkeler doğrultusunda kullanılabileceği öne sürülür (Gürkan 234).
1982 Anayasası ise devletin temel niteliklerini 2. maddede “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” olarak tanımlar. Her ne kadar biçimsel olarak çoğulculuk ve demokratik hukuk devleti ilkeleri benimsenmiş olsa dahi anayasa metninin bütünü değerlendirildiğinde bu ilkelerin askeri vesayet kurumları (örneğin, MGK) ve güçlü yürütme eliyle sınırlandırıldığı görülür (Gözler 417; Tanör 146). Egemenlik ilkesi, 6. maddede “kayıtsız şartsız milletindir” ifadesiyle temellendirilmiştir lakin egemenliğin anayasada tanımlanan organlar eliyle ve sınırlı biçimde kullanılacağı belirtilmiştir.
Her iki metin de egemenliğin halka ait olduğunu ileri sürmekle birlikte, Devrim Anayasası bu egemenliği yalnızca “devrim ilkeleri”ne bağlı olan kadroların taşıyabileceğini savunur. Bu durum, 9 Mart Hareketinin sahip olduğu Millî Demokratik Devrim (MDD) tezinin anayasal düzene tesir ettiğini gösterir. 1982 Anayasası ise egemenliğin kullanımını geniş bürokratik ve askerî denetim mekanizmalarıyla kuşatarak, halk iradesini şeklen tanımış ama pratikte sınırlandırmıştır (Kaboğlu 94). Böylece birincisi ideolojik bütünlüğü, ikincisi ise istikrarı önceleyen iki ayrı anayasal model oluşmuştur.
KUVVETLER AYRILIĞI ve DEVLET YAPISI
Anayasal sistemin temel taşı olan kuvvetler ayrılığı ilkesi hem Devrim Anayasası taslağında hem de 1982 Anayasası’nda farklı biçimlerde yorumlanmış ve uygulanmıştır. 9 Mart 1971 tarihli Devrim Anayasası, kuvvetler ayrılığı ilkesini şeklen kabul etmiş gözükse de fiilen devrimci kadroların elinde merkezileşmiş bir otorite tesis etmiştir. Yasama organı, Devrim Konseyi ve Devrim Meclisi olmak üzere iki kanatlıdır (Madde 5–9). Devrim Konseyi, yalnızca yasama sürecine katılmakla kalmayıp, devletin en yüksek karar organı olarak yürütme ve yargı erkleri üzerinde de bir denetim yetkisine sahiptir (Gürkan 236–239). Ayrıca, Başkomutanlık görevinin Devrim Konseyi’nin “manevi kişiliği” ile bütünleşmiştir (Madde 11). Bu durum, yürütme organının sivillikten uzak doğrudan ideolojik ve askeri bir vesayet altında olduğunu açık biçimde kanıtlar.
1982 Anayasası ise kuvvetler ayrılığı ilkesini yeniden tanımlayarak yürütme organını belirgin bir şekilde güçlendirmiştir. Cumhurbaşkanına tanınan yetkiler, anayasanın 104 ve 105. maddelerinde çok geniş biçimde düzenlenmiştir. Bu yetkilerin arasında: olağanüstü hallerde kararname çıkarma, TBMM’yi feshetme, Anayasa Mahkemesi ve HSYK üyelerini atama gibi yetkilerle donatılmıştır (Gözler 620). Ayrıca Milli Güvenlik Kurulu (MGK), anayasal bir organ olarak yürütmenin karar mekanizmasına dâhil edilmiştir (Madde 118). MGK’da asker üyelerin çoğunluğu, fiili olan askeri vesayeti anayasal hale getirmiştir. Askeri yargı organlarının anayasa içinde ayrı bir yargı kolu olarak düzenlenmesi de bu yapıyı pekiştirmiştir (Madde 145).
Her iki anayasal düzen de kuvvetler ayrılığını kâğıt üzerinde kabul etmiş ancak yürütmenin ve özellikle askerî gücün siyasal sistem içindeki belirleyici rolünü meşrulaştırmıştır. Devrim Anayasasında devrimci kadroların üstünlüğü anayasal güvence altına alınmışken, 1982 Anayasası ise daha teknik ve bürokratik bir dil kullanarak yürütmenin merkezileşmesini sağlamıştır (Tanör 174). Bu nedenle 9 Mart Anayasası ideolojik bir devrimci vesayet kurarken 1982 Anayasası ise bürokratik-askeri bir istikrar amacıyla yönetimi şekillendirmiştir.
EKONOMİK ve TOPLUMSAL DÜZEN
Devrim Anayasası, ekonomik düzeni yalnızca piyasanın işleyişini düzenleyici bir çerçeveden ziyade toplumsal yapıyı dönüştürücü bir araç olarak görür. 47. maddede sermayenin yalnızca ulusal ekonomi hizmetinde kullanılabileceği ve kamu yararına aykırı her tür sömürünün yasak olduğu açıkça belirtilmiştir (Gürkan 243). 50 ve 51. maddelerde, toprak reformu, temel sanayi, ulaştırma, enerji, doğal kaynaklar ve ormanların devlet mülkiyetinde olacağı, bu alanların sadece devlet eliyle işletilebileceği açık hükme bağlanmıştır. Devletleştirme ve merkezi planlama anayasanın esasıdır. 52. maddede ekonomik faaliyetin tümünü kapsayan bağlayıcı plan zorunluluğu getirilmiştir. Bu yapı, 1960’ların ortalarında yükselen sol popülist ve üçüncü dünyacı kalkınmacı ideolojinin anayasal bir ifadesidir (Avcıoğlu 215).
1982 Anayasası ise “sosyal devlet” ilkesini anayasal bir ilke olarak kabul etmiş olsa dahi (Madde 2) ekonomik model açısından özel mülkiyeti ve serbest piyasa ilişkilerini de anayasal güvence altına almıştır (Gözler 551). Özelleştirme politikaları, özellikle 1987’den sonra neo-liberal piyasa ekonomisine entegrasyon çerçevesinde anayasa ile çelişmeyen biçimde yürütülmüştür. Anayasada doğrudan planlı ekonomi veya devletleştirme gibi araçlar yer almaz. Devletin ekonomideki görevi, ancak piyasa mekanizmalarının işleyişine müdahale etmeyecek biçimde sosyal dengeyi korumakla sınırlanmıştır (Kalaycıoğlu 137).
Laiklik ve eğitim konularında da farklılıklar dikkat çekicidir. Devrim Anayasası 55. maddesinde özel din eğitiminin yasaklandığını, din eğitiminin yalnızca devlet eliyle ve laikliğe uygun biçimde yürütülebileceğini düzenler (Gürkan 245). Bu hüküm, laikliği ideolojik bir kurucu unsur olarak ele aldığını gösterir. Buna karşılık 1982 Anayasası, din kültürü ve ahlak bilgisi dersini zorunlu hale getirmiştir (Madde 24). Bu hükümle laiklik ilkesine biçimsel bağlılık sürerken, uygulamada dinin kamusal alandaki etkisini meşrulaştırmıştır (Tanör 188). Bu yönleriyle Devrim Anayasası, ekonomik ve toplumsal yapıyı kökten dönüştürmeyi hedefleyen devrimci bir çerçeveye sahipken 1982 Anayasası mevcut iktisadi ve ideolojik düzenin korunması ve istikrara kavuşturulması yönünde bir anayasal çerçeve sunmuştur.
DEĞERLENDİRME ve SONUÇ
9 Mart 1971 tarihli Devrim Anayasası taslağı ile 1982 Anayasası karşılaştırıldığında, her iki metnin de anayasal düzeni yeniden kurma amacı güttüğü olduğu görülür. Devrim Anayasası, diğer sosyalist doktrinlerde olduğu gibi toplumu dönüştürme ve kolektif refahı sağlama amacıyla halkçı, devletçi ve devrimci bir anlayışı benimsemiştir. Bu anlayış egemenliğin yalnızca halkta değil, devrim ilkelerine bağlı kadrolarda meşruiyet kazanabileceğini savunur (Gürkan 234). Bu nedenle anayasa şeklen halk egemenliğini tanısa da onu ideolojik bir süzgeçle kısıtlar. Buna karşın 1982 Anayasası, otoriter istikrarı önceler ve halk egemenliğini bürokratik mekanizmalar aracılığıyla denetim altında tutar. Özellikle Cumhurbaşkanlığı makamının daha önce sahip olmadığı yetkilerle donatılması, MGK’nin anayasal konumu ve askeri yargının varlığı yürütme erkinin ve askeri vesayetin anayasal destek aldığını görürüz. (Gözler 617; Tanör 172).
Devrim Anayasası’nın uygulamaya geçmemiştir ve yalnızca Türk siyaset tarihinde bir örnek olarak kalmıştır. Ancak uygulamaya geçmemiş olması, söz konusu taslağın siyasal sistem tasarımı, kuvvetler ayrılığı, ekonomik yapı ve laiklik anlayışı konularında ortaya koyduğu perspektifi önemsiz kılmaz. 1982 Anayasası’nın uzun yıllar boyunca uygulanmış olması ise anayasa yapım süreçlerinin yalnızca normatif olmadığını kanıtlar. Anayasanın aynı zamanda ideolojik yönelimler ve toplumsal dinamiklerle şekillendiğini göstermektedir. Dolayısıyla her iki metin de anayasanın yalnızca bir hukuk normu değil aynı zamanda bir toplum projesi olduğunu kanıtlamaktadır.
Ali Kerem Gülaçtı
Referanslar
Avcıoğlu, Doğan. Türkiye’nin Düzeni: Dün-Bugün-Yarın. 3. Baskı, Tekin Yayınları, 1969.
Gözler, Kemal. Türk Anayasa Hukuku. 25. Baskı, Ekin Kitabevi, 2023.
Gürkan, Celil. 12 Mart’a Beş Kala. Tekin Yayınevi, 1986, ss. 231–249.
Kalaycıoğlu, Ersin. Türkiye’de Sosyal ve Siyasal Dinamikler. Sabancı Üniversitesi Yayınları, 2010.
Kaboğlu, İbrahim Özden. Anayasa Hukuku Dersleri. 25. Baskı, İmge Kitabevi, 2022.
Tanör, Bülent. Anayasa Hukukunun Temel Kavramları. Beta Yayınları, 2004.