(ada:let), Arapça ʿadālet
1. isim Hak ve hukuka uygunluk, hakkı gözetme:
“Hiçbir kuvvet beni adaletin tecellisi için çalışmaktan menedemeyecektir.” – Nâzım Hikmet
2. isim Yasalarla sahip olunan hakların herkes tarafından kullanılmasının sağlanması; türe.
3. isim Bu işi uygulayan, yerine getiren devlet kuruluşları:
Suçlular adaletin pençesinden kurtulamazlar.
4. isim Herkese kendine uygun düşeni, kendi hakkı olanı verme:
“Germiyan’da Süleyman Şah’ımız adaletle hüküm sürer.” – Feridun Fazıl Tülbentçi
isim, (vicda:nı), Arapça vicdān
Kişiyi kendi davranışları hakkında bir yargıda bulunmaya iten, kişinin kendi ahlak değerleri üzerine dolaysız ve kendiliğinden yargılama yapmasını sağlayan duygu:
“Tüm insanlar dünyaya, kafa ve yüreklerinde bir iç mahkeme ile gelirler. Bunun adına vicdan denir.” – Aydın Boysan
Giriş
Bir şeyin doğruluğu, mümkünlüğü ya da olması gereken hali üzerine konuşurken dönüp dolaşıp vardığımız kavramlardan biri hep adalet olmuştur. Kimi zaman bir ihtiyacın karşılığıdır; eksikliğinden ya da varlığının yanlış biçimde tezahür edişinden yakınırız. Kimi zaman bir talep hâlini alır; yaşamımıza yön veren kişilerden yerine getirilmesini bekleriz. Bazen ise bir duyguya dönüşür; yaşadıklarımıza karşı tavrımızı ya da atacağımız adımları belirler. Ve kimi zaman bir yük gibi üzerimize çöker; gerçekleşmediği her anda içimizi sızlatır. Şu an okumakta olduğunuz bu bağlamda ise adalet, yeni yazı serimizin temel eksenini oluşturuyor.
Her ne kadar hukuk, kanun ya da benzeri kavramlar varken ilk akla gelen olmasa da, adaletin vicdan kavramıyla neredeyse koparılamayacak kadar derin bir bağı vardır. Bu bağ, yalnızca adaleti tesis etmekle sorumlu olanlar için değil, onun gerçekleşmesini umut edenler için de geçerlidir. Hatta adaleti zedeleyenler –ki bazen onları anmak bile içimizi sızlatır– için dahi bu bağın inkâr edilemeyecek bir varlığı vardır. Çünkü vicdan devreye girdiğinde, onun izinden merhamet, şefkat, insaf gibi başka duygular da usulca gelir yerleşir kalbimize. Bu yüzden, adalet üzerine kurduğumuz bu yazı serisinin ilk bölümünde, işin tam da bu yönünü, yani adalet ile vicdan arasında kurulan o görünmeyen ama sarsılmaz bağı konuşmak istiyorum.
Victor Hugo’nun Sefiller’ini bilirsiniz. Bu büyük eser, yalnızca edebi gücüyle değil, adalet ve vicdan arasındaki ilişkiyi gözler önüne sermesiyle de unutulmazdır. Jean Valjean’ın yaşamı, katı ve mekanik bir adalet anlayışıyla vicdan arasında sıkışıp kalmış bir insanın hikâyesidir. Valjean, topluma göre bir suçludur ama insana göre, vicdanla bakıldığında, bir kurbandır.
Aynı meseleyle Dostoyevski, Suç ve Ceza’da çok daha içsel bir zeminde hesaplaşır. Raskolnikov’un işlediği cinayet vicdani bir krizdir. Kanun cezayı keser ama vicdan, o cezayı içselleştirmediği sürece adalet tam anlamıyla gerçekleşmez. Burada da sorarız: Adalet, yalnızca ceza mı demektir?
Albert Camus ise Yabancı’da ve Düşüş’te adaletin daha varoluşsal bir boyutuna dokunur. Meursault’nun işlemediği bir suçtan dolayı yargılanışı, toplumun duygusuzluğa, yabancılaşmaya ve beklentilere verdiği tepkiyi gösterir. Adalet burada artık bireyin davranışlarından çok toplumun neye tahammül edip edemediğiyle ilgilidir.
O hâlde haydi, gelin birlikte düşünelim: Sefiller’in Jean Valjean’ı bize ne söylüyor?
Adalet gerçekten vicdanlı mıdır?
Yoksa vicdan, adaletin dışında mı kalmalıdır?
Ya da tam tersine: Vicdanın olmadığı yerde, adalet zaten eksik mi kalır?
Alttaki kısım daha önce Sefiller isimli kitabı okumamış veya uzun yazı okumaktan çekinmeyen kişiler içindir. Eğer daha önce Sefiller’i okumuşsanız ve/veya benim korkunç özetimi okumak istemiyorsanız, bir sonraki başlığa geçebilirsiniz.
Sefiller ve Jean Valjean

Romanın başkahramanı Jean Valjean, yoksulluk yüzünden bir somun ekmek çalar. Tek amacı, açlıktan ölmek üzere olan ablasının çocuğunu hayatta tutabilmektir. Ancak bu eylemi, dönemin katı devrim yasaları karşısında suç sayılır. Valjean yakalanır ve beş yıl kürek mahkûmiyeti cezasına çarptırılır. Hugo, bizi şu acı gerçeklikle yüzleştirir: Kanunlar ne kadar sert uygulanırsa uygulansın, açlığın ve çaresizliğin hüküm sürdüğü bir yerde adaletin sağlanması tartışmalı hale gelir. Nitekim günümüzde de benzer durumlarla karşılaşabiliyoruz. Bebeği aç kalmasın diye marketten süt çalan annelerin, canı çektiği halde parası olmadığı için tatlı aşıran çocukların haberleri gerçek adalet nedir bize sorgulatıyor. Bu örneklerde olduğu gibi, Valjean’ın suçu da çaresizliğin ürünüdür ve daha en başında vicdanımızı harekete geçirir.
Valjean, hapiste geçirdiği sürenin sonunu bile bekleyemez ve firar etmeye teşebbüs eder, ancak yakalanır. Kaçma girişimleri nedeniyle cezası yasalara göre katlanarak artar ve toplam on dokuz yıla çıkar. Neredeyse ömrünün yirmi yılını zindanlarda geçiren Valjean, tahliye olduğunda özgürlüğe adım atmış olsa da toplumdan damgalı bir eski mahkûm olarak dışlanır. Elinde, onu her gördüğünde insanlara bir suçlu olduğunu hatırlatan sarı bir mahkûm kimliği vardır. Toplum Valjean’ı bağrına basmaz. Ne iş bulabilir ne karnını doyuracak bir lokma ekmek ne de geceyi geçirecek bir çatı… Sokaklarda aç ve üşümüş halde dolaşırken, hayatının bu dönemi Valjean’ı umutsuzluk ve öfke dolu bambaşka bir insana dönüştürür. Cezasını çekmiş olsa da, toplum onun borcunu ödediğine inanmaz.

Bir gece, sokakta titreyen Valjean’ın yolu merhametli bir piskopos ile kesişir. Piskopos Myriel, Valjean’ı geçmişine göre yargılamak yerine evine buyur eder; ona sıcak bir yemek ve yatacak bir yatak sunar. Toplumda herkesin kapısını yüzüne kapattığı bir adama ön yargısız şefkat gösterir. Ne var ki yılların kin ve güvensizliği, Valjean’ın kalbini katılaştırmıştır. “Adım çıkmış dokuza, inmez sekize” diyerek kendisine uzatılan bu yardım eline ihanet eder. Gece yarısı kalkar ve piskoposun gümüş sofra takımlarını çalarak kaçar. Yıllar önce ekmek çaldığı için hapse atılan Valjean, bu kez kendisine iyilik yapan tek insanın malını çalarak aslında büyük bir vicdani sınav verir. Çok geçmeden yakalanır ve polisler tarafından tekrar piskoposun evine getirilir. Beklenmedik bir şey olur: Piskopos, ikinci kez merhamet göstererek gümüş eşyaları ona kendisinin verdiğini söyler. Hatta polislere “Unuttuğunuz iki şamdanı da alsana” diyerek değerli gümüş şamdanları da Valjean’ın çuvalına ekler. Bu sayede Valjean hapse dönmekten kurtulur.

Piskopos Myriel’in bu inanılmaz iyiliği ve merhameti, Jean Valjean’ın hayatında bir dönüm noktası olur. Valjean, belki de hayatında ilk defa, karşılıksız iyilikle ve gerçek bağışlayıcılıkla tanışmıştır. Piskopos ona gümüş şamdanları verirken kulağına şunları fısıldar: “Evladım, bu şamdanlar artık senin; ancak onları dürüst bir insan olarak yeni bir başlangıç yapman için kullanmalısın.” Valjean derinden sarsılır. Toplumdan dışlandığı, kanunun onu sadece suçlu olarak damgaladığı bir dünyada, ilk kez biri ona insan gibi davranmıştır. Vicdanı uyanır. Piskoposun merhameti sayesinde Valjean, hayata ve insanlara dair umut bulur. O andan itibaren “iyi, dürüst ve namuslu bir insan” olmaya yemin eder.

Aradan yıllar geçer. Jean Valjean, verdiği söze sadık kalarak sahte bir kimlikle temiz bir hayat kurar. Monsenyör Madeleine adıyla bir kasabada fabrikatörlük yapmaya başlar. Çalışkanlığı ve iyiliği sayesinde kısa sürede zenginleşir. Zamanla kasabanın sevilen, yardımla tanınan en saygın kişisi haline gelir hatta gösterdiği erdemlerden ötürü kasabalılar onu belediye başkanı olarak seçer. Valjean artık saygın bir yönetici konumundadır. Fakat sahip olduğu geçmiş tamamen silinmez. Gözü kara polis müfettişi Javert, yeni belediye başkanından şüphelenmeye başlamıştır. Kanunlara sarsılmaz bir inançla bağlı olan Javert, bu hayırsever başkanın aslında şartlı tahliyeyi ihlal etmiş eski bir kürek mahkûmu olan Jean Valjean olabileceğini sezmiştir. Yine de halkın sevgisini kazanan, yüksek mevkideki bu adamın suçlu olduğunu kanıtlamak kolay değildir. Javert şimdilik şüphelerini içinde tutar, fakat adalet takıntısı onun peşini bırakmaz.

Tam bu esnada kader Valjean’ı talihsiz bir kadın olan Fantine ile karşılaştırır. Fantine, toplumun ahlak kurallarına uymayan bir ilişki yaşamış ve bu ilişki sonucu dünyaya gelen küçük kızı Cosette ile yapayalnız kalmıştır. Büyük yoksulluk çeken genç kadın, çocuğunu besleyebilmek için her yolu denemiş; fakat bekâr bir anne oluşu yüzünden işinden kovulmuş, düşkün bir hayata itilmiştir. En sonunda çaresizlik içinde fahişelik yapmak zorunda kalır. Valjean, Monsenyör Madeleine kimliğiyle bu talihsiz kadının durumunu öğrenince derin bir acıma hisseder. Fantine’e yardım elini uzatan tek kişi Valjean olur. Onun hastane masraflarını karşılar, sokakta hırpalanmaktan kurtarır, itibarını iade etmeye çalışır. Ne yazık ki Fantine’nin kaderi değişmeyecektir. Genç kadın hastalık ve keder nedeniyle ölüm döşeğindeyken, Valjean’a küçük kızı Cosette’i emanet eder. Valjean, Fantine’e Cosette’e sahip çıkacağına dair söz verir. Böylece tıpkı piskoposun ona yaptığı gibi, Valjean da Fantine’e ve Cosette’e karşı vicdanını göstererek merhametle yaklaşır. Sefiller romanında vicdanın etkisini burada bir kez daha görürüz. Bir zamanlar merhamet görmüş olan, şimdi merhamet göstermeyi bilmektedir.

Valjean sözünü tutar. Cosette’i yanına alarak evladı gibi bağrına basar. Ancak tam da bu sırada, beklenmedik bir gelişme olur ve Valjean’ın geçmişi bir kez daha kapısını çalar. Onunla uzaktan yakından ilgisi olmayan, Valjean’a çok benzeyen masum bir adam hırsızlık suçundan tutuklanmıştır ve herkes bu zavallıyı Jean Valjean sanmaktadır. Haber Valjean’a kadar ulaşır. Artık iyi ve dürüst bir insan olmaya yemin etmiş Valjean’ın vicdanı bu haksızlığa razı gelmez. Yıllarca kimliğini sakındığı halde, şimdi bir masumun kendi yerine kürek mahkûmu olmasına göz yumamaz. Mahkemeye giderek gerçek kimliğini açıklar ve “Gerçek Jean Valjean benim!” diyerek masum adamın serbest kalmasını sağlar. Bu erdemli davranışın bedeli ağır olur. Kimliği ifşa olan Valjean, şartlı tahliyeyi ihlal ettiği için ömür boyu kürek cezasına çarptırılır. Lakin onun için içerde kalmak sözünü tutmasına engel olacaktır ve küçük Cosette’i kaderine terk edemez. Bu nedenle bir kez daha hapsedilmek üzereyken kaçar. Bu kaçışı adaletten veya mahpusluktan değil tam tersine kendi vicdanına karşı sorumluluğundan kaynaklanır. Onun gözünde, Fantine’e verdiği sözü tutmak ve masum bir çocuğun geleceğini kurtarmak, kanunun o anki buyruğundan daha adildir.

Valjean ve küçük Cosette, Paris’e yerleşip saklanarak bir süre huzurlu bir yaşam sürer. Gelgelelim, geçmişin hayaleti Javert peşlerini bırakmamıştır. 1832 Paris Halk Ayaklanması patlak verdiğinde, kader Valjean ile Javert’i son bir kez daha karşı karşıya getirir. Javert, hükümet yanlısı bir polis olarak barikatlardaki devrimci halkın arasına ajan olarak sızmıştır. Valjean ise bu barikatta saf tutan gençleri korumak için oradadır. İsyan sırasında Cosette’in âşık olduğu genç idealist Marius da barikatta yaralanır ve ölümle burun buruna gelir. Valjean, Marius’u kurtarmak için yaralı genci omuzladığı gibi ateşler ve dumanlar arasından taşımaya başlar. Ancak barikattan çıkıp güvenli bir yere ulaşabilmesi için önündeki tek engel, yakalanıp idama mahkûm edilmiş olan Javert’in bizzat kendisidir. Yıllardır Valjean’ın peşinde koşan müfettiş Javert, şimdi isyancıların elinde esirdir ve Valjean’a teslim edilmiştir. Valjean’ın eline, kendisini hapsettirmek için yıllardır uğraşan bu adamdan intikam alma fırsatı geçmiştir. İsteseydi, Javert’i oracıkta öldürerek yılların hesabını görebilirdi. Fakat Valjean, yıllar önce piskopostan öğrendiği merhameti asla unutmamıştır. Hiç tereddüt etmeden Javert’i serbest bırakır. Üstelik onu öldürmek bir yana, hayatını bağışlamakla kalmaz, ondan Marius’u güvenli bir yere götürmek için izin de ister.

Bu noktada tarih tekerrür eder: Bir zamanlar piskopos, kanun uğruna her şeyini feda etmeye hazır bir mahkûma merhamet göstermişti; şimdi ise merhamet görmüş o eski mahkûm, kanunun yılmaz temsilcisine merhamet göstermektedir. Javert, Valjean’ın kendisini öldürmediğine inanamaz. Yıllar boyunca zihininde adalet kavramını katı kurallara körü körüne sadakat şeklinde yorumlamış olan bu polis müfettişi, Valjean’ın eylemi karşısında altüst olur. Valjean, vicdanının gücüyle, Javert’in zihnindeki katı adalet normunu bozmuştur. Javert’i serbest bırakan Valjean, Marius’u sırtında taşıyarak barikattan kaçar ve genç adamın hayatını kurtarır. Bir süre sonra kaçış yolu üzerinde Javert ikisiyle yeniden yüz yüze gelir. Elinde yetki vardır; emriyle Valjean’ı o anda tutuklayabilir. Lakin bu kez vicdanının sesini dinleme sırası Javert’e gelmiştir. Yıllardır peşinde koştuğu mahkûmun, kendisini ölümden kurtardığını görmüştür. Yaşamı boyunca her durum karşısında kanunun hükmünü uygulayan bu adam, ilk kez kalbinin sesini dinler ve Valjean’ın geçip gitmesine izin verir. Ne var ki, Javert’in adalet anlayışı bu olayla sarsılmaz bir kriz yaşar. Zihninde katı bir biçimde inandığı “suç cezasız kalmamalıdır” ilkesi, Valjean’ın ona ve Marius’a karşı gösterdiği merhamet sayesinde yıkıma uğrar. Kanunun katılığı ile vicdanının sesi bir arada var olamamaktadır. Javert, bir hırsızın ona merhamet göstermesini kendi adalet sistemine sığdıramamıştı. Javert, ölmeyi hak etmişti. Bu ikilemi kabullenemeyen Javert kendini Seine Nehri’nin sularına bırakarak intihar eder.

Adalet ve Vicdan

Bir ülkenin yasaları, herkesi kapsayacak ve eşit etki gösterecek biçimde evrensel ilkelerle düzenlenir. Adalet dediğimizde ideal olarak kastettiğimiz budur, yani kanun önünde herkesin eşit olması. İstenilen, olması gereken budur. Kâğıt üzerinde iki kere iki dört eder kesinliğinde görünen adalet, gerçek hayat koşullarında ise her zaman aynı netlikte tezahür etmeyebilir. Çünkü suç işleyen insanlar bile belirli durumlarda yargılayıcılarından merhamet umarlar. Hukuk dilinde “takdir-i indirim” ya da “hafifletici sebep” dediğimiz kavramlar tam da bu yüzden vardır. Basit bir örnek verelim: Jean Valjean’ın işlediği suç hukuki olarak hırsızlıktır ve yasalar karşısında hırsızlığın cezası herkes için aynıdır. Kanun, suçu kim işlerse işlesin aynı yaptırımı öngörür. Ancak Valjean’ın durumunda olduğu gibi, her hırsızlık vakasının arkasındaki insani sebepler farklı olabilir. Açlıktan ölmek üzere olan bir çocuğu kurtarmak için mi ekmek çalındı yoksa zenginlik hırsıyla mı? Bu ayrım, adalet değerlendirmesinde iki artı iki dört eder kadar keskin değildir. Türkiye Anayasası’nın 138. maddesinin 1. fıkrasında “Hâkimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm verirler.” denilmektedir. Dikkat edilirse burada vurgu yapılan, kanun ve hukuk değil, vicdani kanaattir.
Bazen adaletin çerçevesi çizilemez, çünkü suç da ceza da insanın sınırlarını zorlayan yerlerde doğar. Düşünün ki bir baba, öz kızına tecavüz eden bir adamı öldürüyor. Ne kanun bu babaya tam olarak hak verebilir ne de onu bütünüyle mahkûm edebiliriz. O babanın ellerine kan bulaşmıştır evet; ama yüreği zaten o olayla çoktan parçalanmıştır. Ya da bir kadın, sokakta bir adamın tacizine uğrar ve kendini savunurken saldırganı ağır şekilde yaralar. Mahkeme o kadına “sen meşru müdafaada sınırı aştın” diyebilir belki, ama vicdan böyle çalışmaz. Vicdan bilir ki bazen insanın en masum tepkisi bile ölçüyü aşabilir, çünkü canı yanmıştır. Bu tür olaylarda adalet ile vicdan arasında net bir sınır çizilemez. Çünkü burada adalet, sadece suçu değil, acıyı da yargılamak zorundadı ve acının hükmünü verebilmek için yalnızca hukuk bilgisi değil insan olmak gerekir. Çünkü vicdan devreye girdiğinde, adaleti salt kurallar kitabından ibaret görmemeye başlarız. İşte bu nedenle, dünya üzerindeki hemen her modern hukuk sisteminde ceza indirimi sebepleri, iyi hal indirimleri gibi uygulamalara yer verilir. Hiçbir hakim, hiçbir mağdur, hiçbir yasa koyucu vicdan ve merhamet duygusunu bütünüyle yok sayamaz. Adaletin tecellisi için gerektiğinde bu insani duygular devreye girer.
Şimdi şu temel prensibi ele alalım: “Kanun, kimseye özel olarak yazılamaz ve adalet herkes için aynı şekilde işlemelidir.” Bu söz, hukukun temel eşitlik ilkesini vurgular. Fakat hemen ardından ülkemizin hukukunda yer alan bir başka ilkeyi hatırlamak gerekiyor o da bir hakkın ancak iyi niyetle kullanıldığı sürece korunmaya lâyık olduğu ilkesi. Nitekim Türk Medenî Kanunu’nun 2. maddesinde “Bir hakkın açıkça kötüye kullanılmasını hukuk düzeni korumaz” şeklinde hüküm bulunmaktadır. Bu ne anlama gelir? Bir kişi yasal olarak haklı bile olsa, eğer hakkını kötü niyetle, adeta başkasına zarar vermek veya kendi çıkarını ahlaken haksız biçimde büyütmek için kullanıyorsa, hukuk düzeni o kişiyi korumaz. Basit bir senaryo düşünelim: Yirmili yaşlarında güçlü kuvvetli bir delikanlı, yolunu kesen yetmiş yaşında güç bela yürüyen bir adamla tartışmaya giriyor. Yaşlı adam öfkeyle gence hakaretler ediyor, belki tehdit savuruyor. Sonuçta genç sinirine hakim olamayıp yaşlı adamı itip kakıyor, hatta yaralıyor. Kağıt üzerinde genç adam “tahrik edilmiş” olabilir, belki yaşlı adam haksız başlayan taraf gibi görünebilir. Ama mahkeme bu olaya baktığında muhtemelen genci haksız bulacaktır. Zira fiziksel üstünlüğü açıkça ortada olan bir gençten beklenen, kaba kuvvete başvurmadan da kendini savunmasıdır. Genç, iyi niyetli bir şekilde, örneğin oradan uzaklaşarak ya da yalnızca kendini koruyup daha fazla zarar vermeyerek durumu çözebilirdi. Aksi halde, hakkını savunma konusunda aşırıya kaçmış başka bir deyişle hakkını kötüye kullanmış sayılır. İşte hukuk, böyle durumlarda görünürde haklı bile olsa iyi niyet göstermeyen kişinin hakkını korumaz. Görüldüğü gibi iyi niyet ilkesi, adaletin işlemesinde önemli bir filtredir. Kanun kimseye ayrıcalık tanımaz doğru, fakat her hakkın korunması da o hakkın iyi niyetle kullanılmasına bağlıdır.

Bu noktada tekrar Jean Valjean’ın olayına dönelim. Valjean ekmek çaldı; yani hırsızlık suçu işledi. Bu suça verilecek ceza, başka herhangi biri için neyse onun için de aynı şekilde uygulanmalıydı nitekim uygulandı da. Yasanın gözünde fırıncının malı gasp edilmiş, Valjean suç işlemiştir. Peki, iyi niyet terazisinde olaya baktığımızda karşımıza ne çıkıyor? Valjean’ın niyetinin olabildiğince masum olduğunu hepimiz biliyoruz, açlıktan ölmek üzere olan bir çocuğu kurtarmak. O halde ekmek sahibi fırıncı; malı çalındığı için ne kadar haklı olsa da, zararın boyutu ve koşullar düşünüldüğünde iyi niyetli midir? Başka bir deyişle, fırıncının mülkiyet hakkı mı yoksa çocuğun yaşam hakkı mı korunmaya daha lâyıktır? İşte adalet ile vicdanın kesiştiği nokta burasıdır. Katı bir adalet anlayışı der ki: “Hırsızlık suçtur, cezası çekilmelidir.” Vicdan ise der ki: “Bu suçu doğuran koşulları anla, gerektiğinde cezada insaf göster.” Tam da bu nedenle, modern yargı sistemlerinde hâkimler cezayı takdir ederken olayın arka planını, failin niyetini ve pişmanlığını değerlendirir. İyi niyetle veya zaruretle işlenen bir suç ile art niyetle işlenen bir suçu birbirinden ayırmak, adaletin sağlanması için elzemdir.

Bir diğer önemli husus da cezaların amacının ne olduğu sorusudur. Ceza hukukunun amacı sadece suçluyu cezalandırmak mıdır, yoksa onu topluma kazandırmak mı? Eğer amaç yalnızca intikam almak, “ödetmek” olursa, ne yazık ki ne suç oranları azalır ne de toplumsal vicdan tatmin olur. İster Sefiller romanındaki örneğe bakalım, ister kendi çevremizde gördüğümüz vakalara. Suçlular cezasını çekip hapisten çıktıktan sonra toplumdan dışlandığında, çoğu zaman yine suça itiliyor. Jean Valjean’a verilen uzun hapis cezasının onu nasıl kötü yönde etkilediğini gördük. Yıllarca maruz kaldığı ağır şartlar ve dışlanmışlık duygusu, onun ilk fırsatta yeniden suça yönelmesine yol açtı (piskoposun evindeki hırsızlık olayı). Valjean’ın hayatını iyi yönde değiştiren şey ise cezasını çekmesi değil, piskoposun gösterdiği merhamet oldu. Bir an durup düşünelim; Piskopos da aslında malı çalındığı için son derece haklıydı ama uğradığı zarar maddi olarak küçüktü ve onun ruhani değerleri yanında önemsiz kalıyordu. Piskopos, iyi niyetle davrandı ve Valjean’ı yeniden topluma kazandırmak için beklenmeyecek bir merhamet gösterdi. Sonuçta ne oldu? Valjean, yıllarca acı çeken birisi olarak ilk kez insani adaleti hissetti ve iyi bir insan olmayı öğrendi. Bir kişinin hayatında devrim yaratan bu vicdan duygusu, dalga dalga başkalarına da yayıldı. Merhamet nedir bilmeyen Jean Valjean, merhametli olmayı öğrenerek karşısına çıkan güç sahiplerine (örneğin Javert’e) merhamet etmenin değerini öğretti. Öte yandan, adaletin katı bir uygulayıcısı olan Javert, merhametle karşılaştığında bunu kaldıramadı. Böylece, adalet ve merhamet kavramlarının aslında birbirinin aynı olmaması gerektiğini kanıtladı.

Sonuç – Jean Valjean Bize Ne Öğretti?
Adalet, yalnızca kalın kitapların arasında sıkışmış, paragraf başlarına numaralandırılmış maddelerden ibaret olamaz. Gerçek adalet, ancak onu uygulayanların vicdanı varsa anlam kazanır. Çünkü yasa, insanı korumak içindir; insanı bastırmak, ezmek ya da susturmak için değil. Türkiye’de vicdanın sustuğu her anın, adaletin yerini zulme bıraktığını gördük. Berkin Elvan yalnızca bir çocuktu, fırına ekmek almaya giderken polis gaz fişeğiyle başından vuruldu ve günlerce komada kaldıktan sonra hayata veda etti. Ali İsmail Korkmaz, anayasal hakkını kullanarak sokağa çıkan bir üniversite öğrencisiydi; polis ve sivil kişilerce dövülerek öldürüldü. Mahkemeler bu cinayetleri “olay sırasında yaşanan kargaşa” gibi ifadelerle hafifletmeye çalıştı. Peki, hangi vicdan bir çocuğun ölümünü “zaruri müdahale” diye açıklar? Hangi hukuk sistemi bir öğrencinin dövülerek öldürülmesini “ölçüsüz ama anlayışla karşılanabilir” görür?

Cezaevlerinde işkence gören gazeteciler, siyasetçiler, hak arayan insanlar yalnızca fiziken değil, aynı zamanda onurlarıyla cezalandırılıyorlar. Oysa bir polisi, bir hakimi, bir savcıyı diğerlerinden ayıran şey sadece üniforması ya da kürsüsü değil; vicdanıdır. Eğer yoksula, mazluma, çocuğa, öğrenciye, farklı olana vicdan ve merhamet göstermeyen bir sistem varsa, o sistemin adı artık hukuk değil, baskıdır ve baskı, adaleti değil korkuyu çoğaltır. O yüzden bugün adaletin en çok ihtiyaç duyduğu şey, yasalarda değil kalplerdedir. Adalet, insanı anlamayanın elinde bir silaha dönüşür. Oysa adaletin en güçlü hali, vicdanla buluştuğundadır. Ve biz biliyoruz ki Berkin için adalet hâlâ yerini bulmadı; Ali İsmail için hâlâ eksik. Bu eksiklik sadece hukukun değil, vicdanın da sessizliğidir. Susmak da bir hükümdür bazen; ve bu ülkenin polislerinin, savcılarının, hakimlerinin bu hükmü hangi yana vereceği, bir halkın kaderini belirler.
Bugün Türkiye’de adalet, ne yazık ki vicdandan ve merhametten uzak bir şekilde işliyor. Adalet sarayları yükseliyor ama içinde adaletin kendisi çöküyor. Kenan Evren’in ve Javert gibi düşünenlerin mirası bugün de mahkeme salonlarında, cezaevlerinde, karakollarda, sokak ortasında hâlâ hüküm sürüyor. Yasaya körü körüne bağlılıkla vicdanın sesini susturan bir zihniyet, adaleti mekanik bir infaz aracına dönüştürüyor. Polis, halkın güvenliği için değil, susturulması için konumlandırılıyor. Demokrasi talep eden gençler coplarla dövülüyor, sokakta katlediliyor. Gözaltında işkence hâlâ sistematik bir sorun. Oysa adalet dediğimiz şey, sadece suçluyu cezalandırmak için değil; aynı zamanda mağduru korumak, toplumun vicdanını rahatlatmak, onarıcı bir denge kurmak içindir.
Adalet vicdanlı olmalıdır. Adalet merhametli olmalıdır. Çünkü adaletin terazisi, sadece kuralın değil, insanın da ağırlığını tartmalıdır. Suçlu da olsa bir insanın içinde taşıdığı pişmanlık, bir çocuğun gözündeki korku, bir annenin ağıdı yok sayıldığında, adalet değil sadece soğuk ceza kalır geriye. Ve unutulmamalıdır: Merhamet olmadan verilen her ceza, bir gün mutlaka zulme dönüşür. Türkiye’nin ve bütün Dünyanın adalete değil, vicdanla yazılmış bir adalete ihtiyacı var. Adaletin tam anlamıyla tecelli edebilmesi için, kanunun ruhunu oluşturan vicdan ve merhamet duygusu asla göz ardı edilmemelidir. Valjean’ın hayatını değiştiren adalet değil vicdan duygusuydu ve vicdanın olmadığı bir adalet, bir süre sonra zulme dönüşebilir. Adalet, hakkaniyeti sağlar; hakkaniyet ise ancak vicdan ile tamamlandığında yerini bulur.
Peki sizce Javert mi haklıydı yoksa Valjean mı?
Ali Kerem Gülaçtı
Kaynakça
Arendt, H. (1963). Responsibility and judgment. Schocken Books.
BBC Türkçe & Bianet. (2013–2020). Gezi Direnişi ve sonrası olaylar üzerine derlemeler. https://www.bbc.com/turkce veya https://bianet.org
Boysan, A. (t.y.). İç mahkeme ve vicdan üzerine denemeler.
Camus, A. (1942). L’étranger [Yabancı]. Gallimard.
Camus, A. (1956). La chute [Düşüş]. Gallimard.
Dostoyevski, F. M. (1866). Преступление и наказание [Suç ve ceza]. The Russian Messenger.
Hugo, V. (1862). Les misérables [Sefiller]. A. Lacroix.
Kant, I. (1785). Grundlegung zur Metaphysik der Sitten [Ahlak metafiziğinin temellendirilmesi].
Rawls, J. (1971). A theory of justice. Harvard University Press.
Ricoeur, P. (1992). Oneself as another. University of Chicago Press.
Türkiye Barolar Birliği. (2020). Adil yargılanma hakkı ve mahkemelerin tarafsızlığı üzerine görüşler. Ankara.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası. (1982). T.C. Resmî Gazete, 9 Kasım 1982, Sayı: 17863.
Türk Ceza Kanunu. (2004). 5237 sayılı Kanun. T.C. Resmî Gazete, 12 Ekim 2004, Sayı: 25611.
Türk Medeni Kanunu. (2001). 4721 sayılı Kanun. T.C. Resmî Gazete, 8 Aralık 2001, Sayı: 24607.
Universal Pictures. (2012). Les misérables [Film]. Yönetmen: Tom Hooper.