
Öncelikle bu yazının iki ilham kaynağı olduğunu belirtmek isterim. Bu ilham kaynaklarından ilki https://www.youtube.com/watch?v=UO-jypLCwY8 ekteki videoda yapmış olduğu konuşmayla beni derinden etkileyen ve böyle bir araştırma yapmaya iten Zeki Ağabeydir. Bir diğeri ise yakın zamanda çok değerli birinin Instagram hikayesinde paylaşmış olduğu ve denk geldiğim Mısırlı feminist yazar ve aktivist Nevâl es-Saadavi’nin yapmış olduğu https://www.instagram.com/reel/DJcZ6tozH4T/ konuşmasıdır. Buradan hem Demirkubuz’u, hem es- Saadavi’yi hem de bana ilham kaynağı olan özel kişiyi saygıyla analım. Tarih boyunca pek çok büyük filozof ve yazar, eserlerinde insanlığa ışık tutan fikirler öne sürerken kendi yaşamlarında bu fikirlerle örtüşmeyen tutum ve davranışlar silsilesi içine girdiler. İnsanlık durumunu çözümleyen, adalet ve hakikat arayışını dillendiren bu düşünürlerin gerçek yaşamları, zaman zaman yazdıklarına tezat oluşturacak çelişkiler barındırıyordu. Bu çelişkiler kimi zaman ahlaki bir tutarsızlık olarak görüldü, kimi zaman da insani zaafların bir yansımasıydı. Bu yazımda Dünya tarihine damgasını vuran etki alanı geniş düşünür ve yazarların idealleriyle gündelik yaşamları arasındaki dikkat çekici tezatları ele alacağım.
Karl Marx – Özel Hayatındaki Ataerki

Karl Marx, emekçi sınıfların kurtuluşunu ve eşitlikçi bir toplumu savunan devrimci fikirleriyle tanınır. Ne var ki, bu toplumcu ideallerin savunucusu olan Marx’ın özel hayatında daha ataerkil ve geleneksel tutumlar sergilediği bilinir. En çarpıcı örnek, Marx’ın evinde yıllarca hizmetçilik yapan Helene Demuth ile rızasız cinsel ilişkisinden doğan evlilik dışı doğan çocuğudur. 1851’de, eşi Jenny Marx’ın çocuklarına hamileyken, Marx’ın Helene’den bir oğlu (Freddy) dünyaya geldi. Marx, dönemin ahlaki normlarına ve kendi saygınlığına zarar gelmemesi için bu gerçeği ömrü boyunca gizledi. Hatta yakın dostu ve finansal geçim kaynağı olan Friedrich Engels, bu çocuğun babası olduğunu söylemiş; bebeği nüfusta kendi çocuğu gibi göstererek Marx’ı olası bir skandalın dışında tutmuştur. Marx ise biyolojik oğlunu hiçbir zaman resmen tanımamış, onun geçimine doğrudan katkı sağlamamıştır. Toplumu sınıfsız ve sömürüsüz hale getirmeyi amaçlayan Marx, ironik biçimde kendi hayatında hizmetçisi konumundaki bir kadını, toplumsal olarak kendinden daha güçsüz birini, rızası olmadan hamile bırakıp ona resmi bir statü vermemiştir ve çocuğunu işçi bir aileye evlatlık vererek büyüttürmüştür.

Marx’ın ailesi içindeki tutumu da düşüncelerine ters düşen yönler taşır. Komünist Manifesto’da burjuva aile yapısını eleştirip özel mülkiyet ve ataerkil değerlerin eleştirel çözümlemesini yaparken, kendi evinde oldukça geleneksel bir aile reisi rolünü benimsedi. Evde kararları veren nihai figür genellikle oydu. Eşi ve kızları eğitimli ve güçlü karakterler olsalar da Marx’ın onlarla ilişkisi hiçbir şekilde eşitlikçi değildi. Örneğin, Marx’ın kızı Eleanor, yaşamının ilerleyen dönemlerinde kadın özgürleşmesi ve işçi hakları için mücadele verse de, Marx gençliğinde kızlarına karşı oldukça korumacı ve yönlendirici bir tavır takınmıştı. Onların evlilik kararlarında Marx’ın onayı belirleyici olmuş, hatta uygun görmediği birlikteliklere engel olduğu iddia edilmiştir. Tüm bunlar, “ezilenlerin kurtuluşunu” şiar edinen ve toplumsal devrimi hedefleyen bir düşünürün, kendi özel dünyasında çelişkili bir şekilde patriyarkal alışkanlıklara saplandığını gösteriyor. Marx’ın yaşamıyla teorisi arasındaki bu uçurum, bu fikir insanlarının bile kendi çağlarının ve kişisel zaaflarının etkisinden tam kurtulamadığına bir örnek niteliğinde.
Arthur Schopenhauer – Kadın Düşmanlığı

Schopenhauer, Nihilizm’in ve etik anlayışının ilginç figürlerinden birisidir. Aşkın ve arzusuz bir yaşama övgüler dizen, acı çekmeye dayalı bir felsefe geliştiren Arthur Schopenhauer, ahlâk düşüncesinde merhameti yücelten bir filozoftu. Onun görüşünde başkalarının ıstırabını kendi yüreğinde hissetme, insanlara karşı şefkat duyma önemli bir erdem olarak görülür. Fakat Schopenhauer kendi hayatında bu merhamet ilkesini özellikle söz konusu kadınlar olduğunda uygulamaktan çok uzaktı. Nitekim, kendisi kadın düşmanı görüşleri ve davranışlarıyla tanındı. “Kadınlar Üzerine” (Über die Weiber) başlıklı ünlü denemesinde kadınları akıl ve karakter bakımından erkeklerden aşağı gören, onları çocuk ruhlu, şeytankar ve ikinci sınıf varlıklar olarak niteleyen ifadeler kullandı. Bu görüşler o dönemde dahi oldukça sert ve aşağılayıcıydı. Yalnızca teorik düzlemde değil, Schopenhauer’ın bizzat davranışlarında da kadınlara yönelik nefretin izleri görülüyordu. Bu durum, Schopenhauer’in dünya anlayışından bağımsız kendi karakterini ortaya koyuyordu.
1820’lerde Berlin’de yaşarken, komşusu olan yaşlı bir kadın (muhtemelen bir terzi) sık sık Schopenhauer’ın dairesinin yakınında yüksek sesle sohbet ediyor, gürültü yapıyordu. Sessizliğe ve sükûnete büyük önem veren filozof, kadının bu davranışına öfkelenerek bir gün kendisini kaybetti ve onu merdivenlerden aşağı itti. Rivayete göre kadın bu itme sonucu yere düşerek yaralandı ve işini yapamaz hale geldi. Schopenhauer mahkeme kararıyla kadını maddi olarak desteklemek üzere düzenli tazminat ödemeye mahkum edildi. Yaklaşık yirmi yıl boyunca Schopenhauer, hiç hoşlanmadığı bu “gürültücü” kadına her ay ödeme yapmak zorunda kaldı. Ne var ki kadının düştüğü bu durum bile Schopenhauer’ın pişmanlık duymasını sağlamadı. Aksine, kadın öldüğünde Schopenhauer çok mutlu olmuştu. Günlüğüne Latince “Obit anus, abit onus” sözünü not düşmüştü – anlamı: “Yaşlı kadın ölür, yük kalkar.” Bu ifade, acıma ve merhamet duygusunun erdemini vurgulayan filozofun kendi hayatında ne kadar acımasız ve gaddar olduğuna gösteriyor.
Schopenhauer hiç evlenmedi, kadınlarla uzun soluklu yakın ilişkiler kurmadı. Hayatının büyük kısmını yalnız geçirdi ve insanlığa yönelik genel bir karamsarlık besledi. Bununla birlikte, eserlerinde estetikten ahlâka pek çok konuyu derin bir incelikle işlerken, belli kesimleri (özellikle kadınları) bu denli aşağı gören bir tavır takınması, onun felsefesindeki evrensellik iddiasıyla bağdaşmayan ciddi bir çelişkidir. Merhameti ahlâkın temeline koyan Schopenhauer, kendi eylemlerinde merhametsiz davranan; dünyanın acılarla dolu olduğunu söyleyip bu acıların kaynağı haline gelen, bunu dile getirmede en acı sözleri kullanabilen ilginç bir figürdür.
Fyodor Dostoyevski – Kumarbazlık

Aynı şekilde yazılarımı okuyan birisinin Dostoyevski’yi tanımama ihtimali çok düşüktür. Rus edebiyatının en büyük isimlerinden Fyodor Dostoyevski, romanlarında insan ruhunun derinliklerini, günah ve kefaret temalarını müthiş bir şekilde işleyen varoluşçu bir yazardır. Suç ve Ceza, Karamazov Kardeşler gibi eserlerinde ahlaki sorumluluk, inanç, merhamet ve arınma temaları öne çıkar. Ancak bu derin yazılara sahip yazarın gerçek yaşamı, kendi karakterlerinin bile zor anlayacağı zaaflarla doluydu. Dostoyevski, her şeyden öte tutkulu bir kumarbaz idi. Yıllarca rulet masalarının başından kalkmadı ve bu uğurda ailesini dahi maddi sıkıntılara soktu. Hayatının özellikle 1860’ların ortasından 1870’lerin başına kadar olan bölümünde ciddi bir kumar bağımlılığı ile yaşadı. Avrupa’nın çeşitli oyun salonlarında özellikle de Wiesbaden ve Baden-Baden gibi şehirlerde rulet oynayıp bir gecede servetini kaybettiği ardından borç para bulmak için çırpındığı rivayet edilir.
Dostoyevski’nin kumar tutkusu öylesine güçlüydü ki bir keresinde, borçlarını kapatmak ve yayıncısına söz verdiği bir romanı yetiştirmek için insanüstü bir çabayla “Kumarbaz” (Igrok) adlı kısa romanını sadece bir hafta içinde kaleme aldı. Bu roman, esasen kendi kumarbazlığından izler taşır, adeta Dostoyevski’nin kendi iç dünyasıyla hesaplaşması gibidir. Ne ironiktir ki roman kahramanı rulet tutkusu yüzünden mahvolan bir adamdır ve eser yazarın bizzat yaşadığı hayatı yansıtır. Dostoyevski tam da Suç ve Ceza gibi ahlaki öğretilerle dolu bir başyapıtı yazdığı dönemde gecelerini kumarhanelerde geçiriyor, kazandığında hunharca harcadığı, kaybettiğinde ise psikolojik bunalımlar yaşadığı bir hayat sürüyordu. Yakın çevresine yazdığı mektuplarda defalarca kumarı bırakacağına dair sözler vermiş, Tanrı’ya yakarırcasına tövbe etmiş ama bir Avrupa şehrine yolu düşer düşmez yine rulet masasına yapışmıştır.
Bu durum, Dostoyevski’nin dini inanç ve ahlaki değerlerle ilgili güçlü vurgular yapan edebiyatıyla taban tabana zıt görünür. Eserlerinde sık sık insanın nefsine hakim olması, acı çekerek arınması temalarını işlerken, Dostoyevski kendi nefsinin prangalarından kurtulamamıştır. Onun kumar tutkusu, romanlarında çizdiği zayıf iradeli, zaaflarına esir karakterlerin bir yansıması gibidir. Belki de bu deneyimler, ona insan zaaflarını bu denli gerçekçi resmetme imkanı vermiştir; zira içindeki şeytanlarla boğuşmayı bizzat tatmıştır. Yine de Dostoyevski’nin yaşamıyla yapıtları arasındaki bu uçurum, okura ibret verici bir ders sunar: En derin ahlaki hakikatleri dile getiren bir yazar bile, kendi hayatında o hakikatlere bütünüyle uygun yaşamayı başaramayabilir. Onun hayatındaki kumar dramı, büyük bir ruhun kendi küçük düşkünlüğü karşısındaki trajedisidir.
Friedrich Nietzsche – Akıl Çöküşü

Friedrich Nietzsche, benim düşüncelerine önem verdiğim ve dilini çok beğendiğim bir filozoftur. Kendisi nihilist değil, varoluşçudur. Felsefe tarihinin en farklı ve özgün düşünürlerinden biri olarak, “üstinsan” (Übermensch) idealiyle ve “güç istenci” (Wille zur Macht) kavramıyla tanınır. Ahlaki değerleri kökten eleştirip, insanın kendi kaderini aşarak yeni değerler yaratmasını savunan Nietzsche, eserlerinde zayıflığa acımaz, güçsüzlüğü yerer bir tavır sergiler. Böyle Buyurdu Zerdüşt ve İyinin ve Kötünün Ötesinde gibi metinlerinde, geleneksel ahlakı “köle ahlakı” olarak nitelendirir ve insanın kendi üzerindeki zaferini yüceltir. Ne var ki, bu kudret ve irade felsefesini dillendiren Nietzsche’nin kendi hayatı, fiziken ve ruhen kudret ve irade yoksunluğuyla şekillenmiştir.
Nietzsche, fiziken zayıf bir bünyeye sahipti. Gençliğinden itibaren türlü sağlık sorunlarıyla boğuştu. Baş ağrıları, görme bozuklukları ve çeşitli rahatsızlıklar peşini hiç bırakmadı. Akademik kariyerini bile sağlık problemleri nedeniyle erken terk etmek zorunda kalıp ömrünün büyük kısmını yalnızlık içinde ve sürekli bir taşınara geçirmiştir. Ancak en büyük trajedi, 1889 yılında yaşandı. Nietzsche, Torino sokaklarında şahit olduğu bir olay üzerine sinir krizine girdi. Rivayete göre, bir faytoncunun atını acımasızca kırbaçladığını görünce dayanamayıp hayvanın boynuna sarılarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamış, ardından bilincini yitirerek yere yığılmıştı. Bu olay, onun akıl sağlığı için çöküşün başlangıcıydı. Nietzsche o andan itibaren kendini toparlayamadı. Geri kalan yıllarını tam bir zihinsel bunalım ve delilik hali içinde geçirdi. Kimi zaman kendini İsa ya da Dionysos ilan eden mektuplar yazıyor, dış dünya ile bağlantısını koparmış bir halde yaşamını sürdürüyordu. Son 11 yıl boyunca annesi ve kız kardeşinin bakımına muhtaç, yataklara bağlı bir hasta olarak, tam anlamıyla güçsüz ve bağımlı bir durumda kaldı. 1900 yılında, henüz 55 yaşındayken hayata veda etti.
Nietzsche’nin hayatı, filozofun fikirleriyle arasındaki en çarpıcı tezat olarak değerlendirilir. “Beni öldürmeyen şey güçlendirir” diyen Nietzsche’yi sonunda delilik öldürmedi belki ama tüm gücünü elinden aldı. Üstinsan fikriyle insanın güçlenmesini, kendi kaderini aşmasını hayal eden Nietzsche; en nihayetinde kendi kaderine yenik düştü. Bazıları, Nietzsche’nin delirmesini, düşüncelerinin ulaştığı uç boyutların bir bedeli olarak yorumladı. Sanki insan zihninin taşıyabileceği sınırları zorlayan fikirleri sonunda kendi zihnine fazla gelmişti. Her halükarda, Nietzsche örneği deha ile delilik arasındaki ince çizgiyi hatırlatan bir örnek oldu. Bir yandan, yazdığı eserler çağları etkileyecek bir güç taşıdı; öte yandan kendi hayatı güçsüzlük ve çaresizlik içinde son buldu. Nietzsche’nin öne sürdüğü “Üstinsan” modeli kendisi için hiçbir şekilde geçerli değildi lakin bana kalırsa Nietzsche Dünya tarihinin görmüş olduğu en üst insanlardan birisi. Dolayısıyla kendi hayatıyla kendi teorilerinin çeliştiği eşsiz bir kişilik.
Franz Kafka – Bir Issız Adam Tiplemesi

Franz Kafka, eserlerinde yalnızlık, yabancılaşma ve anlamsızlık temalarını işlemiştir. Dönüşüm, Dava gibi hikâye ve romanlarında bireyin otorite karşısındaki çaresizliğini, insanın en yakınlarına bile yabancılaşmasını metamorphosis alegorisiyle anlatır. Kafka’nın metinlerinde karakterler; iletişimsizlik ve sevgisizlik uçurumlarında debelenirler. Bu denli güçlü bir izolasyon duygusunu kağıda dökebilmiş Kafka’nın kendi hayatı incelendiğinde, onun da gerçek dünyada benzer bir yalnızlığın içinde yaşadığı görülür. Özellikle baba problemleri yaşayan Kafka, insanlara karşı hep mesafeli olmuştur. Hatta Kafka, eserlerindeki yalnız adam figürlerini andırırcasına kendisini gerçekten seven insanlara bile yaklaşmaktan kaçınan biriydi.

Kafka’nın özel hayatındaki en belirgin çelişki, kendisine yoğun bir sevgiyle bağlanan kadınları hayatında tutamamasıydı. Örneğin, uzun süre nişanlı kaldığı Felice Bauer ile ilişkisi, Kafka’nın kendi kararsızlıkları ve mesafeli tavrı yüzünden iki kez bozuldu. Felice, Kafka’ya ömrünü adamış ve onun için her fedakarlığı göze alan bir kadındı. Ne var ki Kafka, mektuplarında sevgisini dile getirse de iş yüz yüze görüşmeye gelince adeta Felice’den kaçardı. Bir bahaneyle buluşmaları erteleyen, görüşseler bile birkaç dakika içinde bunalan bir yapıya sahipti. Kendi nişanlısına karşı bile sanki bir yabancıymış gibi davranıyordu. Hikâyeciliğinde insan ruhunun derin yakınlık arzusunu dile getiren Kafka, gerçek yaşamında yakınlıktan nefret eden biriydi. Bir keresinde, Felice’e duyduğu sevgiyi inkâr etmeksizin “ben evlilik için yapılmamışım, sana ancak ızdırap verebilirim” diyerek ondan Issız Adam Alper misali uzaklaştı.

Kafka’nın bir diğer ilişkisi, Milena Jesenská ile yaşamış olduğu platonik aşktı. Milena, evli bir kadın olmasına rağmen Kafka’ya büyük bir tutkuyla bağlanmış, mektuplarında ondan “uğruna ölebileceğim adam” diye bahsetmiştir. Ancak Kafka, Milena’nın bu tutkulu sevgisine rağmen onunla Prag’da buluşmaktan, ilişkilerini ilerletmekten kaçındı. Milena kendisi için ölümü göze alırken Kafka patronundan yarım saat izin istemeye çekindi ve onunla buluşmadı. Milena’yı gördüğünde hissettiği yoğun duygular ve bağlanma hissi onu korkutuyor, yine kendi kabuğuna çekiliyordu. Kendisini Issız Adam filmindeki Alper karakterine benzetiyorum. Kafka, babası tarafından hiç sevilmedi, sevgiye deliler gibi ihtiyacı var ama aynı zamanda sevgiye alerjisi olan birisi. Sonunda Milena ile de yolları ayrıldı ve Kafka ömrünün son yılında Dora Diamant adlı genç bir kadınla beraber olsa da, o ilişki de daha çok Kafka’nın hastalığıyla geçen bir sürecin yoldaşlığı şeklinde sürdü. Genç yaşta veremden hayatını kaybeden Kafka, geride derin bir edebi mirasla birlikte, baba problemleri yüzünden gerçek hayatta asla tam olarak yaşayamadığı yakın ilişkilerin hüznünü bıraktı.
Kafka’nın hayatıyla yazdıkları arasındaki çelişki, yazdıklarında model olarak belirttiği insanlığı, günlük yaşamında sergileyememiş olmasıdır. Eserlerinde, en yalnız karakterlerin bile bir anlık bir şefkate, bir dokunuşa muhtaç olduğunu hissettiren Kafka, ne yazık ki kendisine koşulsuz şefkat sunan insanlara o dokunuşu geri verememiştir. Belki de bu yüzden eserleri bu kadar sahici bir yalnızlık duygusuyla bezelidir. Çünkü Kafka, anlattığı yalnızlığı bizzat iliklerine kadar yaşamıştır. Onun çelişkisi, büyük bir yazarın insani zaafının bir tezahürüdür. Çocukken sevgiye yabancı kalmış bu büyük ruh, gençliğinde kendi isteğiyle yalnızlığa mahkum olmuştur. Bu durum, Kafka’nın eserlerine gömülü trajedinin ta kendisidir. Hayatta yakınlık ve bağlılık kuramayan adam, bastırdığı duygularını ancak satırlara dökebilmiştir.
Jean-Paul Sartre – Özgürlük ve Totaliterlik

Jean-Paul Sartre, özgürlük kavramını felsefesinin merkezine koyan, varoluşçu felsefenin önde gelen bir ismiydi. Varlık ve Hiçlik gibi eserlerinde insanın radikal özgürlüğünden ve bu özgürlüğün getirdiği bunaltıdan bahseder, “insan özgürlüğe mahkumdur” diyerek bireyin seçimlerinden bütünüyle sorumlu olduğunu savunurdu. Sartre’ın felsefesinde her birey, değerlerini kendi yaratır. Kişi, gerçek bir yaşam sürmek için kendi seçimlerinin efendisi olmalıdır ve hiçbir otoriteye körü körüne boyun eğmemelidir. Ne var ki, bu entelektüel duruşuna rağmen Sartre’ın siyasal pratikleri ve söylemleri özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki dönemde, özgürlük fikriyle çelişen totaliter rejimlere yakınlaşma izleri taşır.
Sartre, özgürlüğün sesi olarak Fransız sömürgeciliğine ve Cezayir’deki savaşta Fransız baskılarına karşı cesurca ses çıkardı. Vietnam Savaşı’nda ABD’ye karşı cesur beyanlar verdi. Ancak öte yandan, Sovyetler Birliği ve Mao Çin’i gibi komünist rejimlerin işlediği sistematik baskılara ve soykırımlara karşı uzun süre sessiz kaldı ya da mazeret buldu. 1954’te Sovyetler Birliği’ni ziyaret ettiğinde, orada “eleştiri özgürlüğünün tam olduğunu” yazacak kadar gerçeklerden kopuk bir iyimserlik sergiledi. O yıllarda Destalinizasyon süreciyle Stalin döneminin zulümleri yeni yeni açığa çıkarken, Sartre Sovyet sisteminin “insanlığı ileri götüren bir devrim” olduğunu savundu. Hatta, komünist partiyi eleştirmenin devrime zarar vereceğini söyleyerek, gerçeğin işçilere tam söylenmemesini savunduğu bile oldu. Bu tutum, onun özgürlük ve hakikat savunusuyla taban tabana zıttı. 1960’larda Mao Zedong’ın öncülük ettiği Kültür Devrimi’ne dair de bir hayranlık besledi. Sartre’ın özel yaşamı da kendi idealleriyle çelişiki içindeydi. Bir yandan kapitalist değerleri reddediyor, mülkiyet ilişkilerini ve geleneksel ahlakı eleştiriyordu; öte yandan Paris’in entelektüel çevrelerinde oldukça ayrıcalıklı bir hayat sürüyordu. Kendisinin ve hayat arkadaşı Simone de Beauvoir’ın genç öğrencilerle kurduğu etik açıdan sorunlu ilişkiler de daha sonraki değerlendirmelerde ikiyüzlü bulundu. Zira özgürlüğü ve karşılıklı saygıyı dilinden düşürmeyen Sartre ve Beauvoir çiftinin, kendilerinden yaşça çok küçük öğrencilerle güç dengesizliğinin bulunduğu ilişkiler yaşaması eleştirildi.
Bununla birlikte, Sartre özellikle politik tutumlarındaki çelişkiler yüzünden ağır şekilde hedef oldu. En yakın dostlarından bazıları (örneğin Albert Camus), Sartre’ın Stalin dönemindeki baskılara sessiz kalmasını ve körü körüne Sovyet yanlısı çizgi izlemesini kınadılar. Sartre ise zamanla görüşlerini kısmen değiştirdi; 1956’da Sovyetlerin Macaristan’ı işgalini gördükten sonra hayal kırıklığına uğradı ve eleştirilerini artırdı. Jean-Paul Sartre’ın hayat hikayesi, iyi niyetli ideallerin siyasi gerçeklik karşısındaki kırılganlığını gözler önüne serer. İnsanın özgürlüğünü savunan bir filozof, ideolojik bağlılıklar uğruna özgürlüğü kısıtlayan uygulamalara göz yumabiliyor ya da bunları haklılaştırabiliyor. Bu da entelektüel ahlak açısından ciddi bir sorgulama konusu yaratıyor. Sartre’ın çelişkisi, büyük bir düşünürün bile kendi fikirleriyle hayatının tümünü tutarlı kılamayabileceğini gösteriyor. O, varoluşçu felsefenin taşıyıcısıydı ama kendi varoluş serüveninde kör ideolojik noktalara sahipti. Bu tablo, bizlere düşünce ve eylemin birleşmesinin ne denli zor olabileceğini anlatıyor.
Sonuç
Bu tabloda rahatsız edici bir ders var, o da insan aklının ve karakterinin tutarsızlığa meyilli olmasıdır. Büyük fikirler ve idealizm, onları taşıyan bireyin zayıflıklarıyla sınandığında yara alabilir. Yine de bu çelişkiler, bu düşünürlerin fikirlerinin değerlerini tümüyle ortadan kaldırmaz. Aksine, fikirlerin soyut bir zihin laboratuvarından değil, bizzat hayatın içinden, canlı ve kusurlu insanların tecrübelerinden doğması gerektiğini vurgular. İdealler ne kadar yüce veya tutarlı olursa olsun, onları hayata geçirmek söz konusu olduğunda insanın çıkarları, nefsi, korkuları, tutkuları ve ön yargıları devreye girer. Bu, öne sürülen düşüncenin değersiz olduğu anlamına gelmez fakat düşünürün de bir insan olduğunu unutmamak gerekir. Bu büyük isimlerin yaşam öyküleri, “İmamın dediğini yap, yaptığını yapma” şeklindeki atasözünü doğrular niteliktedir. Onların sahip olduğu bu çelişkiler, bizlere eleştirel düşünmenin önemini de gösterir. Hiçbir otorite, kendi hayatında sınanmadıkça tamamen örnek alınacak bir model sunamaz.
Yine de belki de tam bu yüzden, bu çelişkilerde insana dair umut verici bir yan da bulabiliriz. Çünkü tüm hatalarına, zaaflarına rağmen bu insanlar, insanlık durumunu anlamaya ve daha iyi bir dünya vizyonu çizmeye çalıştılar. Kendi çamurlarından güller devşirdiler. Ve bizler, onların hem söylediklerinden hem de yaşamlarından ders çıkarabiliriz. Bu hikâyede önemli olan, çelişkilerin farkına vararak hem düşünceyi hem de eylemi daha dürüst, daha bütünlüklü ve tutarlı kılabilme çabasıdır. Büyük filozof ve yazarların bize mirası, sadece metinlerinde değil aynı zamanda yaşamlarının ibret dolu sayfalarında da okunmayı bekliyor. Bu mirası okurken, onları ne bütünüyle ilahlaştırmalı ne de bir çırpıda mahkum etmeliyiz. Aksine, insan ruhunun karmaşıklığını onların örneklerinde görüp kendi hayatlarımızda tutarlılığın değerini bir kez daha düşünmeliyiz.
Ali Kerem Gülaçtı