İçeriğe geç

Aklın İzinde Cehaletin Gölgesinde Bilginin ve Bilmemenin Tarihi

Aydınlanmanın ve aklın önündeki en büyük ve en inatçı engel, tarih boyunca cehalet olmuştur. Bu cehalet, yalnızca bilgi eksikliğiyle sınırlı olmayan, aynı zamanda dogmatik kabullere yaslanan, kuşaktan kuşağa aktarılan söylentileri sorgulamadan kabul eden ve bireyin inanmak istediğini gerçekmiş gibi benimsemesine dayanan zihinsel bir durumu ifade eder. Böyle bir düşünce yapısı, doğrulanabilir bilgiye, bilimsel yönteme ve eleştirel akla karşı kayıtsızdır; bu nedenle bireyin, içinde yaşadığı dünyayı ve evreni hakiki anlamda kavrayabilmesi, kendi düşünsel kabuğunu kırarak farkındalık düzeyini yükseltebilmesi neredeyse imkânsız hale gelir. Bu sebeple, Aydınlanma yalnızca bir tarihsel dönem veya felsefi akım değil, öncelikle ve esasen bir düşünce biçiminin dönüşümüdür. İnsanoğlu, on binlerce yıl boyunca doğayı, toplumu ve kendi varoluşunu açıklamaya çalışırken ağırlıklı olarak dogmatik ve metafizik inanç sistemlerine başvurmuştur. Bu köklü alışkanlık, insani tecrübeyi aklın süzgecinden geçirerek değerlendirmeye çalışan modern düşüncenin yerleşmesini son derece güçleştirmiştir. Aklı özgürleştirmek, yani bireyin kendi muhakeme yetisine ve sınanabilir bilgiye güven duymasını sağlamak, tarihsel süreç içinde sancılı ama kaçınılmaz bir dönüşüm olarak ortaya çıkmıştır.

Ne var ki bu dönüşüm tamamlanmış değildir. İnsanlığın aydınlanma yolculuğu, 18. yüzyıldan itibaren önemli aşamalar kat etmiş olsa da, cehalet bugün dahi kendini farklı biçimlerde yeniden üretmekte ve rasyonel düşüncenin karşısında direnç göstermektedir. Komplo teorileri, bilim karşıtı popülizm, bilgi kirliliği ve dijital çağın yüzeyselliği, cehaletin günümüzdeki yeni tezahürleridir. Bu bağlamda, aklı özgürleştirme mücadelesi sadece geçmişin değil, aynı zamanda bugünün ve geleceğin de en temel entelektüel çabasıdır. Dolayısıyla, 21. yüzyılda dahi aydınlanmacı düşünceyi savunmak ve yaygınlaştırmak, sadece bir tercih değil; insanlığın düşünsel, toplumsal ve ahlaki gelişimi açısından hayati bir zorunluluktur. Her ne kadar geçmiş yüzyıllarda bu mücadele önemli başarılar elde etmiş olsa da, cehalet hâlâ aydınlanmanın ve aklın en büyük düşmanı olmaya devam etmektedir. Bu nedenle, eleştirel düşünceyi, bilimsel yöntemi ve özgür aklı savunmak, bugün her zamankinden daha fazla sorumluluk ve bilinç gerektirmektedir.

Aristoteles

Gerçek bilgiye ulaşma çabası, insanlık tarihinin en köklü ve en soylu arayışlarından biridir. Bu arayışın ilk önemli adımları, M.Ö. 7. ve 6. yüzyıllar arasında İyonya’da yaşamış olan iki büyük Yunan filozofu, Thales ve Anaksimandros tarafından atılmıştır. Bu iki düşünür, geleneksel mitolojik açıklamaların ötesine geçerek, evreni ve insanı akıl yoluyla anlamaya çalışan rasyonel düşüncenin öncüleridir. Onlar, evrenin düzenini tanrısal güçler ya da efsanelerle değil, gözlem, akıl yürütme ve doğaya içkin yasalarla açıklamaya çalışarak, felsefenin ve bilimin temellerini atmışlardır.

Thales, evrenin temelinde yatan ilk maddeyi, yani “arkhe”yi, su olarak tanımlamıştı. Ona göre su, bütün varlıkların kaynağıydı ve farklı biçimlere dönüşerek evrendeki tüm nesneleri meydana getiriyordu. Thales, aynı zamanda Dünya’nın bu sonsuz su kütlesi üzerinde yüzdüğünü savunarak, kozmolojik bir model de ortaya koymuştu. Ancak bu görüş, onun öğrencisi Anaksimandros’u ikna etmeye yetmedi. Anaksimandros, suyun belirli niteliklere sahip bir madde olduğunu ve bu nedenle karşıt özellikleri taşıyan başka maddelere dönüşemeyeceğini öne sürdü. Ona göre ilk varlık, yani arkhe, herhangi bir somut özelliğe sahip olmamalıydı; tüm karşıtlıkları kapsamalı ama hiçbirine indirgenmemeliydi. Böylece Anaksimandros, sınırsız, belirsiz ve tanımsız bir varlık olan “apeiron” kavramını ortaya attı. Bu düşünce onu çok daha çarpıcı bir kozmolojik varsayıma götürdü: Dünya, herhangi bir şeyin üzerinde durmuyor, aksine boşlukta asılı duruyordu. Bu konumunu ise çevresindeki gökcisimleriyle kurduğu dengeli uzaklıklar sayesinde koruyordu. Anaksimandros’un bu büyüleyici ve soyut önermesi, yüzyıllar sonra Newton’un kütleçekim yasalarıyla matematiksel olarak temellendirilecekti. Böylelikle insanlık tarihinde ilk kez bir düşünür, gözlem ve mantıkla yola çıkarak evrenin fiziksel işleyişine dair rasyonel bir açıklama getirmiş oldu.

Thales ve Anaksimandros’un ortaya koyduğu bu yaklaşımlar, yalnızca tekil varsayımlar değil; aynı zamanda sistematik bilgi üretiminin, yani bilimsel yöntemin ilk tohumlarıydı. Bu düşünürler, hipotez kurma, gözlemle test etme, yanlışlanabilirlik ilkesine dayanma ve her bilgiyi aklın süzgecinden geçirme gibi bilimsel düşüncenin temel taşlarını sezgisel olarak ortaya koymuşlardı. Gerçeğe ulaşmanın yolu, artık kutsal metinlerde değil, doğanın içinde ve insan aklının dışında değil, onun içsel işleyişindeydi. Anaksimandros, doğayı yalnızca fiziksel bir düzen olarak değil, aynı zamanda canlı bir süreç olarak da kavramaya çalıştı. Doğadaki doğum-ölüm döngüsünü izleyerek tüm canlıların ortak bir kökenden geldiği düşüncesine ulaştı. Bu gözlemleri onu “doğa ile bir olmak” fikrine ve oradan da evrensel bir “sonsuzluk” kavramına taşıdı. Yüzyıllar sonra Darwin’in evrim teorisiyle sistematik hale gelecek olan canlıların ortak köken fikrini, o çok daha önce dile getirmişti. Anaksimandros’a göre tüm canlılar başlangıçta suda ortaya çıkmış ve zamanla farklı çevresel koşullara uyum sağlayarak evrimleşmişti.

Bu iki düşünürün katkıları, yalnızca antik felsefenin değil, aynı zamanda insan aklının özgürleşme tarihinin de ilk büyük başarıları arasında yer alır. Bugün bilimsel yöntemin ve eleştirel düşüncenin temelini oluşturan ilkeler, onların düşünsel cesareti ve dogmaları aşma kararlılığı sayesinde biçimlenmiştir. Dolayısıyla Thales ve Anaksimandros’un mirası, yalnızca geçmişin değil, geleceğin de yolunu aydınlatan bir düşünsel kıvılcım olmaya devam etmektedir.

Biruni

Akıl bir kez serbest kaldığında, artık geri dönüşü olmayan bir yolculuk başlamıştı. İnsan, kendini, çevresini, doğayı ve içinde yaşadığı dünyayı anlamaya, gözlemlemeye ve sistematik olarak keşfetmeye koyuldu. Bu entelektüel uyanış, Anaksimandros’un attığı ilk adımlardan yalnızca bir yüzyıl sonra, başka bir büyük düşünür olan Demokritos’ta yankı buldu. Demokritos, evrendeki tüm maddi varlıkların atom adını verdiği, bölünemez ve görünmez parçacıklardan oluştuğunu öne sürdü. Bu görüş, hem metafiziğe alternatif oluşturan rasyonel bir madde anlayışı sundu hem de modern bilimin temel taşlarından biri olacak atomculuk teorisinin ilk nüvesini oluşturdu. Bu dönemde yalnızca doğanın iç yapısı değil, yeryüzünün fiziksel sınırları da keşfin konusu haline gelmişti. Coğrafya, insanlar için yalnızca yön bulmaya hizmet eden bir bilgi alanı değil; aynı zamanda hayal gücünü tetikleyen bir serüven ve bilinmeyenin ardındaki sır perdesini aralama arzusunun bir ürünüydü. İnsanlık bu keşif yolculuğuna önce mitolojik karakterler aracılığıyla çıktı. Homeros’un destanlarında anlatılan Odysseus, Altın Post’un peşindeki Jason ya da Herkül gibi kahramanlar artık sadece tanrıların dağına, yeraltı dünyasına veya efsanevi diyarların ötesine değil; somut olarak denizlere açılıyor, yeni adalar, kıtalar ve uygarlıklarla karşılaşıyorlardı. Böylece mitolojik anlatılar, coğrafi keşiflerin bir öncülü ve kolektif bilinçteki ilk keşif simülasyonları haline gelmişti.

Bu hayali seferlerin gerçeğe dönüşmesi ise M.Ö. 4. yüzyılda Büyük İskender’in olağanüstü askeri ve keşif hamleleriyle gerçekleşti. Büyük İskender yalnızca antik dünyanın en büyük fatihlerinden biri değil, aynı zamanda doğu ve batı kültürlerini ilk kez bu denli kapsamlı biçimde buluşturan bir uygarlık taşıyıcısıydı. O, Yunanistan’dan yola çıkıp Orta Doğu’ya, İran topraklarına, Hindistan’a kadar uzanan geniş bir coğrafyada hem fiziksel hem kültürel sınırları aştı. Onun seferleri, Helenistik dünyanın temelini oluşturmuş; bilim, felsefe, sanat ve siyaset gibi alanlarda bilgi ve kültür alışverişine olanak sağlamıştır. Büyük İskender’in doğu ile batı arasında kurduğu bu eşsiz köprü, öylesine derin bir etki yarattı ki, onun mirası yalnızca Antikçağ’la sınırlı kalmadı. Ölümünden yüzyıllar sonra bile İslam dünyasında hayranlıkla anıldı. Kur’an’da adı geçen ve doğunun ve batının hükümdarı olarak tanımlanan Zülkarneyn figürünün, tarihsel ve kültürel bağlamda Büyük İskender’e atfedilmesi boşuna değildir. Osmanlı döneminde kaleme alınan tarih ve tefsir metinlerinde de Büyük İskender çoğu zaman Zülkarneyn olarak anılmış, doğuya yürüyüşü kutsal bir bilgelik ve hükümranlık sembolü olarak yorumlanmıştır. Böylelikle, aklın zincirlerinden kurtuluşuyla başlayan düşünsel serüven, yalnızca doğanın yasalarını değil, insanın yeryüzündeki yerini, mekânla kurduğu ilişkiyi ve farklı uygarlıklarla etkileşim biçimlerini de yeniden tanımlamıştır. Büyük İskender’in fetihleriyle birleşen bu düşünsel açılım, insanlığın hem coğrafi hem zihinsel sınırlarını genişleten büyük bir tarihsel eşik olmuştur.

Mahmud Ferşçiyan’ın bir minyatürü

7. yüzyıla geldiğimizde yeryüzünde aklın bayrağını artık Müslümanlar taşıyordu. Çin’den Atlas Okyanusu’na kadar uzanan bir coğrafyayı ellerinde bulunduran Müslümanlar hem Doğu’nun hem de Batı’nın bilgi birikimine erişebilmişti. Grek, Roma, Sümer, Mezopotamya, Mısır, Hint, İran ve Çin medeniyetlerinin birikimi İslam âlimlerinin elindeydi. Akla ve bilime düşman olan Roma İmparatoru II. Theodosius’un baskı ve zulmünden kaçan Romalı bilginler de İslam topraklarına sığınıyordu. Özellikle Şam-Bağdat hattı olmak üzere İslam coğrafyasının dört bir yanındaki şehirler bilim ve sanat merkezleri haline gelmeye başladı. Dünyanın dört bir yanından çeşitli dillerdeki tomarlarca kitap İslam coğrafyasına akıyordu. Bu kitaplar Grekçe, Latince, Süryanice, Aramice, Farsça gibi orijinal dillerinden Arapça’ya çevriliyordu. Kitap toplama ve çeviri faaliyetleri Halife Harun Reşid döneminde zirve yaptı. Öyle ki bazı tarihçilerin yazdığına göre; Harun Reşid sırf kitap toplamak için Doğu Roma’ya sefer düzenlerdi, ülkesindeki gayrimüslimlerden cizye yerine eski kitap toplardı. Kitap toplamak için seyahate çıkan ve bu çabası devlet tarafından da desteklenen yeni bir âlim sınıfı doğmuştu. Bu alimler sırf bir kitabı bulabilmek için yıllarca şehir şehir dolaşırlardı. Huneyn bin İshak’ın, Calinus’un nabız ile ilgili bir kitabını bulabilmek için Irak, Suriye, Filistin ve Mısır’ı karış karış dolaştığı bilinir. Medrese ve camiler bilim – felsefe tartışmalarının merkezi haline gelmişti. Müslüman, Hristiyan, Yahudi, Zerdüşt, putperest, ateist, her dinden, her mezhepten, her görüşten bilginler toplanıp günlerce süren tartışmalar düzenlerdi. Bu toplantılardan birine katılan İspanyol bir papaz yazmış olduğu mektuplarda kendi ifadesiyle “her çeşit dinsizin katıldığı” bu toplantıları şöyle anlatıyordu: “Her mezhebin önderi, kapıdan içeriye girdiğinde herkes saygıyla ayağa kalkıyor ve mezhebin başı yerine oturmadan kimse yerinden kımıldamıyordu. Salon neredeyse tıka basa dolmuşken dinsizlerden biri söz aldı ve şöyle konuştu: Bilimsel konularda konuşmak için toplanmış bulunuyoruz, herkes ön koşulumuzu biliyor. Siz Müslümanlar, kendi din kitabınızdan alınmış veya peygamberinize dayanan sözlere başvurarak bize karşı kanıtlar getirmeye kalkışamazsınız çünkü biz ne söz konusu kitabınıza ne de peygamberinize inanıyoruz. Buradaki herkes yalnızca insanın akıl ve mantığında temellendirilebilen nedenlere dayanabilir.” Bu ve benzeri “dinsizce” sözlerle karşılaşan, üstelik bu sözlerin alkışlandığını gören papaz bir daha bu toplantılara katılmak istemediğini belirtiyordu.

El-Mübaşir’in “Kitab Mukhtar al-Hikam wa-Mahasin al-Kilam” isimli eserinde yer alan Sokrates minyatürü – 13. yy

İslam Dünyası’ndaki, akıl ve bilimde yaşanan bu gelişmeler aklı kutsayan ve ona dayanan yeni bir mezhebi ortaya çıkardı; Mutezile. Halife Harun Reşid’in izinden giden oğlu El-Memun’un döneminde Mutezile mezhebi İslam Devleti’nin resmi mezhebi haline getirildi. Mutezile’ye göre Allah’ın yüceliği doğanın her alanında keşfedilmeliydi bu nedenle bilimsel etkinliklerden korkulmamalıydı, sonsuz olan evren ancak bilimsel akılla keşfedilebilirdi ayrıca özgür olmayan insan etkinliği haramdı yani aklını özgürleştirmemek de haramdı. 10. ve 11. yüzyıllarda gücünün zirvesinde olan Mutezile akımı İslam Dünyası’nın en büyük bilim insanlarını, filozoflarını yetiştirdi. İbn-i Rüşd, İbn-i Bacce, İbn-i Sina, Fahreddin Razi, Nasirüddin Tusi, Cahiz, Ebu’l-Huzeyl, İbrahim Nazzam, Hayyat, Ebu’l Maari, Seyid Şerif Cürcani, Sadüddin Taftazani, Zemahşerî hepsi Mutezile mezhebinin etkisi altındaydı. Bu dönemde İslam Dünyası matematik, geometri, astronomi, fizik ve tıp gibi pozitif bilimlerde hayranlık verici ilerlemeler gösterdi. Cahiz, Farabi, Nasirüddin Tusi gibi biyoloji üstüne çalışan âlimlerin neredeyse hepsi evrimi kabul ederek üzerine kafa yordu. Özellikle felsefede sivrilen Farabi’nin İslam Dünyası’ndaki ünvanı “muallim-i sânî” idi yani “ikinci hoca”. “Hace-i evvel” yani “birinci hoca” ise Aristoteles idi. Kendisinin mi yoksa Aristoteles’in mi daha büyük bir düşünür olduğunu soranlara Farabi; “Ben onun zamanında yaşasaydım en iyi öğrencisi olurdum.” şekline cevap veriyordu.

12. yüzyıldan sonra İslam Dünyası aklı ve bilimi terk etmeye başladı. Her ne kadar tartışmalı olsa da Gazzâlî’nin nakilci görüşlerinin bunda etkisi olduğu düşünülür. Gazzâlî ve İbn-i Rüşd arasındaki meşhur tartışma o dönem İslam Dünyası’nda yaşanan akılcılık – nakilcilik çatışmasının sembolü oldu. Gazzâlî’nin İbn-i Sina’nın fikirlerini eleştirdiği “Filozofların Tutarsızlığı” makalesine, İbn-i Rüşd “Tutarsızlığın Tutarsızlığı” makalesi ile kapsamlı bir cevap verdi ancak İslam Dünyası’nın günden güne akıl ve bilimden uzaklaşarak nakilci düşüncenin etkisine girmesine mâni olamadı. Müslüman âlimler birkaç yüzyıl boyunca düşünce şekillerini değiştirmeyi başarabilmiş ve çevrelerini, evreni keşfetmeye başlamışlardı. Bu çaba ve birikim Anadolu – Sicilya – İspanya hattı üzerinden Avrupa’ya aktarıldı. Bilimsel aklın bayrağı artık Avrupalılardaydı. İslam Dünyası’nın aydınlanma çağında Doğu ve Batı bilgisi birleştirilerek bilim ve bilgi dünyevileştirilmişti. Ayrıca ilk kez halka açık tartışmalar düzenlenmeye başlanılmış ve ilk halka açık kütüphaneler kurulmuştu. Bilgiye ulaşmak sıradan insan için de mümkün hale gelmişti. Bu imkanın yaratılmasına rağmen henüz kimsede bilimsel bilgi ve aklı tüm insanlara taşıyarak tüm toplumun düşünce şeklini, böylece de dünyayı değiştirme fikri doğmamıştı. Bu fikir ilk kez 17. yüzyılda Avrupalı aydınlanmacılarda belirdi.

Johannes Hevelius’un Selenographia isimli eserinde; bilimin iki sütunu İbn Heysem ve Galileo – 1647

Avrupalılar yüzyıllardır cehaletin ve akıl dışılığın bataklığında yüzmekteydi. Yanı başlarındaki İslam Dünyası’nın bilimsel ve felsefi gelişimi onlar için pek de ilgi çekici değildi. Ta ki cehalet artık onların canlarını bile almaya başlayana kadar. Bazı tarihçilere göre 14. yüzyılda gerçekleşen Büyük Veba Salgını’nın Avrupa için uyarıcı bir etkisi oldu. Tüm dünyaya yayılan salgında en çok kaybı Avrupalılar verdi, öyle ki Avrupa kıtasındaki nüfusun 3’te 1’i bu salgında hayatını kaybetti. Müslümanlar biyoloji bilimini, tıp bilgilerini, karantina usullerini kullanarak salgını Avrupa’ya göre daha hafif atlatırken Avrupa çareyi dine ve papaya sığınmakta arıyordu. Nitekim umduklarını bulamadılar ve onları anca akıllarının kurtarabileceğini acı bir şekilde fark ettiler. Devam eden yıllarda Avrupalılar bilimsel aklın önemini git gide daha iyi kavradılar, Avrupa’daki aydınlanma çağının başladığı 17. yüzyıla geldiğimizde artık aydın bir zümre düşünce şeklini değiştirmeyi başarabilmişti. Bu aydınları buluşturan önemli merkezlerden biri olan Londra’daki Kraliyet Akademisi’nin sloganı dönemin Avrupa aydınının düşünce şeklini çok güzel yansıtmaktaydı; “Nullius in Verba” yani “Kendin Gör”. Dogmatik, geleneksel, aktarılagelen, sınanmamış, doğrulanmamış hiçbir bilginin bir değeri yoktu, bir kişi gerçek bilgiye ancak kendi görerek, sorgulayarak, sınayarak yani bilimsel akıl yoluyla ulaşabilirdi.

18. yüzyıl, Avrupa’nın aydınlanma çağı… Alman filozof Immanuel Kant aydınlanmayı aklı özgürleştirme diye tanımlıyordu. Gerçekten de sanatçı, düşünür ve bilim insanlarından oluşan Avrupalı bir zümre aklını özgürleştirmeyi başarabilmiş; kendini ve doğayı tanımaya, öğrenmeye girişmişti. Keşifler ve icatlar yapılıyor, eserler ortaya konuluyor, yeni fikirler üretiliyordu. Ancak dünya değiştirilecekse elde edilen bu yeni bilgiler sadece o zümre içerisinde kalmamalı tüm insanlara ulaştırılmalıydı. Aydınlanmacıların kabulüne göre bilgiye ulaşan insanın düşünce şekli de değişecekti. Bilgiyi insan kitlelerine ulaştırabilmek için Fransız düşünür Denis Diderot’un değişik bir fikri vardı: var olan tüm bilgiyi tek bir kitapta toplamak ve böylece insanların bilgiye kolayca ulaşabilmesini sağlamak. Matbaa ve baskı kitaplar artık çok büyük bir yaygınlık kazanmıştı. Eğer tüm bilgi tek bir kitapta toplanabilirse bu kitabın insanlara ulaşması çok da zor olmayacaktı, sonrasında ise bilgiye ulaşan insanların düşünce şeklinin değişmesi işten bile değildi. Bu amaçla Denis Diderot ve Jean le Rond d’Alembert kolları sıvadı ve insanlığın sahip olduğu tüm bilgiyi tek bir kitapta toplamak için çalışmaya başladılar. 100’den fazla bilim insanı, düşünür ve sanatçı yazılarıyla onlara destek oldu; Montesquieu’dan Rousseau’ya, Voltaire’den d’Holbach’a dönemin tüm ünlü aydınları işin içindeydi. 1751’den 1772’ye kadar süren takviye, güncelleme ve çevirilerin sonunda ortaya çıkan esere “Encyclopédie ou dictionnaire raisonné des sciences, des arts et des métiers” ismi verildi. Türkçesi ile “Ansiklopedi veya Bilimler, Sanatlar ve Zanaatların Sistematik Sözlüğü“. Ansiklopedi kavramı işte böyle doğdu.

Encyclopédie’nin 1772 baskısından bir gravür; “Eğer bildiğiniz bir şey varsa onu paylaşın, bilmediğiniz bir şey varsa onu arayın” (Merkezde yer alan gerçek; bilim, sanat ve bilgi ile açığa çıkarılıyor.)

Ansiklopedi kendisinden beklenilen büyük akıl devrimini başlı başına gerçekleştirememiş olsa da insanlığa büyük hizmetler sundu. Yeni yeni yazılan asnsiklopediler 21. yüzyılın başına kadar insanların en büyük bilimsel bilgi kaynağı olmayı sürdürdü. İnsanların bilimsel bilgiye ulaşımı kolaylaştıkça yeni zorluklarla karşılaşıldı. Bu zorlukların başında ise bilimsel bilginin yayılması aleyhine olan odakların çabaları geliyordu. Daha Encyclopédie basım aşamasındayken bile dogmatik bilginin en büyük temsilcisi olan Kilise’nin tepkisini çekmişti. Nitekim 7. cilde kadar basılan eser yasa dışı ilan edildi. Bu yüzden 8’den 18’e kadar olan ciltler yasa dışı olarak basılabildi.

20. yüzyıla geldiğimizde aklın karşısındaki düşman yine aynıydı ama akıl mücadelesi veren aydınların üstesinden gelmesi gereken çok daha farklı zorluklar vardı. Artık bilgiye ulaşmak, onu bilimsel metotlarla sınamak ve kitlelere iletmek yeterli bir çaba değildi. Yeni yüzyılda doğan yeni kavramlar vardı: Manipülasyon, dezenformasyon, karşı propaganda, bilgi kirliliği, vs. Tüm bu yöntemleri aklın ve bilimsel bilginin karşısında duran çıkar grupları geliştirmişti, üstelik bu yöntemlerle yayılan çarpıtılmış bilgi çoğu zaman bilimsel bir kılıf içerisinde sunuluyordu. Clair Cameron Patterson isimli Amerikalı bir kimyacının petrol şirketlerine karşı yürütmüş olduğu mücadele bilimsel bilgi ile çarpıtılmış bilginin mücadelesinin en güzel örneklerindendir. 1960’lı yıllarda Patterson, insan sağlığına zararlı bir madde olan kurşunun insan çevresindeki ve doğadaki oranının önceki yüzyıllara göre büyük artış göstererek tehlikeli bir boyuta ulaştığını keşfetti. O dönemler oyuncaklardan, ampullere, ayakkabılardan, boyalara, konserve kutularından su borularına kadar hemen hemen her yerde kurşun kullanılmaktaydı ancak kurşunu en çok kullananlar kurşunlu benzin üreten petrol şirketleriydi, Patterson’un bu keşfi de en çok onları rahatsız etti. İlk başta Patterson’un karşısına ekonomik ve akademik engeller çıkardılar ama o vazgeçmedi. Bu sefer karşısına bilgi çarpıtma metotları ile çıktılar. Bu işi yapmakla görevlendirdikleri kişi ise Robert A. Kehoe isminde yine bir bilim insanıydı. Kehoe kasti olarak çarpıtılmış verilere, eksik değerlendirmelere, yanlış bilgilere dayanarak Patterson’a karşı çıktı, asıl amacı ise bilimsel bir kılıf içerisinde büyük petrol şirketlerinin çıkarlarını korumaktı. Tüm çabalarına rağmen bilimsel bilgi galip geldi ve yıllar süren hukuki ve bilimsel bir mücadelenin ardından Patterson Amerika’da kurşun kullanımını yasaklatmayı başarabildi.

Patterson’un zaferi önemli bir gelişmeydi ama çarpıtılmış bilgi karşısında nihai bir zafer değildi. 1979 yılında yine Amerika’da sigara ve tütün şirketlerinin gizli bir talimatı gün yüzüne çıktı. Brown & Williamson isimli tütün şirketinin 1969’da hazırladığı bu talimatta tütün ve sigara karşıtı kampanyalarla başa çıkabilmek için manipülasyon, dezenformasyon ve bilgi kirliliği gibi yöntemlerle halkın kafasında şüphe yaratılması gerektiği belirtiliyordu. Nitekim o yıllarda yalan yanlış dedikodulara, çarpıtılmış verilere ve sözde bilimsel bilgilere dayanarak sigaranın aslında sağlığa zararlı olmadığı yönünde yapılan yoğun propagandaların arkasında tütün şirketlerinin olduğu ortaya çıkmış oldu. İlk defa bir çıkar grubunun kendi çıkarları için cehaleti bilerek yayma çabası bu şekilde belgelendi ve agnotoloji adında yeni bir bilim dalı doğdu yani bilgisizliğin bilimi; çıkar elde edebilmek için yanlış bilginin kasıtlı olarak yayılması ve toplumda kafa karışıklığı yaratma çabalarını inceleyen bilim dalı. Cehalet artık bilinçli olarak kullanılan bir silahtı ve bu silah günden güne daha da gelişecekti.

Ve 21. yüzyıl yani günümüz; büyük cehalet çağı. Gerçek bilginin politikacılar, sermayedarlar, din tüccarları elinde can çekiştiği bir çağ. Fanatizmin ve popülizmin yönettiği bir çağ. Cehaletin kutsandığı ve cehalete tapmayanların kitlelerce aforoz edildiği bir çağ. Bilgiye erişimin ve iletişimin kolaylaşması umulduğu gibi sadece bilgiyi değil aynı zamanda cehaleti de yaygınlaştırdı, artık cehaletin fanatizmi doğdu. Aydınlanma binlerce yıllık mücadelenin ardından çok daha zorlu bir düşmanla karşı karşıya; sıradan insan kitlelerinin fanatizmi. Artık en derin, en teknik bilgiler bile bilgisayar başındaki veya televizyon karşısındaki her şeyin en doğrusunu bildiğine ve sadece kendi inandığının doğru olabileceğine iman etmiş sıradan insanların cüretkar saldırılarına maruz kalıyor. Artık hükmü sadece taht sahipleri veya cennetten arsa satanlar vermiyor, cehalete ve fanatizme tapan sıradan kitleler de aklı mahkum etmeye kalkıyor. Evet, aklın hükmü için mücadele veren aydınlar dünden bugüne ne azaldı ne nitelik kaybetti ama karşılarındaki düşman yani cehalet hiç olmadığı kadar güçlü çünkü artık örgütlü. Cehaleti örgütleyip yönetebilen her şeyi yönetebiliyor. Kısacası “Hiçbir şey eyleme geçmiş cehaletten daha korkunç olamaz.” diyen Goethe’nin en büyük korkusu ile günümüzde çarpışıyoruz.

Solvay Konferansı – 1927
Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir