
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, tarihsel bağlamı içinde yalnızca bir rejim değişikliği olarak değil aynı zamanda siyasal egemenliğin kaynağının yeniden tanımlanması olarak anlaşılmalıdır. Osmanlı Devleti’nde egemenlik padişaha aitti. İlahi iradeyle donatılmış teokratik bir temele dayanan bu anlayış, halkı siyasetin öznesi olarak görmeyen bir düzene sahipti. Oysa Türkiye Cumhuriyeti, egemenliğin kaynağını kayıtsız şartsız “millet” olarak ilan ederek modern anlamda siyasal bir devrim gerçekleştirmiştir. Bu devrim; halkın tarihsel, toplumsal ve siyasal kaderinin öznesi haline getirilmesiyle tamamlanmıştır.
Cumhuriyet’i kuran kadronun büyük bir bölümü, Osmanlı’nın son dönemlerinde yetişmiş asker ve bürokratlardan oluşmaktadır. Bu kişiler, II. Abdülhamit döneminde açılan Harbiye ve Mülkiye gibi modern eğitim kurumlarında yetişmiş, 19. yüzyıl Osmanlı modernleşmesinin ürünleri olarak hem Batı düşüncesiyle hem de Osmanlı’nın çöküş gerçeğiyle yüzleşmiş kuşaklardır. Ancak sahip oldukları geçmiş, çoğunun yeni bir devlet kurma iradesini gölgelemez. Aksine, bu birikim, Cumhuriyet’in ideolojik ve kurumsal temelini oluşturmakta kullanılmıştır. Yani Cumhuriyet, bir “yıkım içinde devamlılık” örneğidir. Lakin bu yıkım, özellikle egemenliğin yeniden tanımlanması noktasında radikal bir nitelik taşır.

Mustafa Kemal Atatürk, bu dönüşümün başlıca simgesi, taşıyıcısı ve kurucusudur. Her ne kadar Osmanlı Devleti’nin bir paşası olarak askeri kariyere sahip olsa dahi onun düşünsel yönelimi Osmanlıcı, saltanat yanlısı ya da hilafet savunucusu değildir. Aksine, Jean-Jacques Rousseau, Namık Kemal, Ziya Gökalp gibi isimlerin etkisi altında Cumhuriyetçi, halkçı, laik ve ulusal egemenlik yanlısı bir düşünce sistemi inşaa etmiştir. Bu yönüyle Atatürk, hem kendi kuşağından ayrılır hem de mevcut siyasal yapıyı dönüştürecek kurucu iradenin baş temsilcisi olur. Onun liderliğindeki hareket sadece bir işgal karşıtı direniş değildir. Kurucu Meclis’in yapmaya çalıştığı şey aynı zamanda yeni bir siyasal rejimin yaratılmasıdır (Çoğu mebus direnişin başlıca nedenini padişahı ve saltanatı kurtarmak olduğunu zannetse dahi).
Osmanlı Devleti’nin son padişahı olan Vahdettin ise bu karşı-devrimci bir çizgide yer alır. Saltanatını ve hilafetini korumak için her türlü dış müdahaleye açık hale gelmiş özellikle de İngiltere’nin desteğini aramaktan çekinmemiştir. “Ümidimi Allah’tan sonra İngiltere’ye bağladım” ifadesi, bir padişahın ulusal iradeye değil de yabancı bir güce dayanarak iktidarını sürdürme çabasının açıkça ve alçakça bir göstergesidir. Bu zihniyet sadece siyasal olarak teslimiyetçi değil, aynı zamanda tarihsel anlamda iflas etmiş bir düzenin devamına hizmet eden bir anlayıştır. Mondros ve Sevr gibi teslimiyet antlaşmalarına rağmen bir direniş göstermemesi, Osmanlı elitinin çoğunluğunun da mevcut statülerini koruma pahasına bağımsızlıktan vazgeçmeye razı olduğunu gösterir.

Bu tarihsel eşikte Mustafa Kemal Paşa’nın yaptığı şey yepyeni bir siyasal ve hukuksal düzenin yaratılmasıdır. Onun Ankara’da açtığı Meclis, başlangıçta bir direniş organı gibi gözükse dahi asıl niteliği “kurucu iktidar” sıfatıyla yeni bir egemenlik anlayışını tesis eden bir siyasal kurum olmasıdır. Osmanlı Anayasası’nın dışına çıkan bu meclis; meşru bir halk iradesine dayandığı iddiasıyla yasa yapmış, hükümet kurmuş ve en nihayetinde cumhuriyeti ilan etmiştir. Bu noktada, Mustafa Kemal’in liderliğindeki hareketin temel fark, meşruiyetinin kaynağını saraydan değil doğrudan doğruya halkın temsilinden almasıdır.
Cumhuriyet’in ilanı, basit bir rejim değişiminden ziyade halkın siyasete özne olarak katılımının kurumsallaşmasıdır. Egemenliğin halka ait olduğuna dair anayasa maddesi basit bir cümleden çok fazlasıdır. Bu ifade savaşla, kanla, ölümle kazanılmış bir hakkın ifadesidir. Atatürk’ün bu süreci yürütürken kullandığı “hakimiyet bila kayd ü şart milletindir” ifadesi, doğrudan doğruya kurucu iktidarın beyanıdır. Bu beyan hem Osmanlı geçmişine karşı bir meydan okuma hem de modern Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği kuran bir iradesinin ilanıdır.
Bu bağlamda, Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşunu ve Osmanlı’dan kopuşunu tarihsel olmanın yanı sıra anayasa teorisi çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Kurucu iktidar her şeyden önce mevcut hukuk düzeninin dışında, onun ötesinde bir iradeyi temsil eder. Mustafa Kemal ve Birinci Meclis’in gerçekleştirdiği tam da budur, mevcut anayasal sınırları aşarak yeni bir hukuk ve siyasal düzenin temellerini atmaktır.
Atatürk ve Kurucu Meclis
Osmanlı Devleti’nin çözülme döneminde İstanbul’un işgaliyle birlikte siyasal merkez çöküşe geçmiş, meşru temsil gücü olan Meclis-i Mebusan lağvedilmiş, padişah ise işgalci kuvvetlerin safına geçmişti. Bu ağır ve zor koşullar altında, Anadolu’da ulusal direnişi örgütleyip yeni bir siyasal egemenlik alanı kurma düşüncesi yalnızca bir delinin zihninde netlik kazanmıştı: Mustafa Kemal Paşa. Ona verilen görev muhbirlikti. Varolan direnişi bastırmak ve halkı teskin etmekti. Azıcık aklı selim olan her Osmanlı paşası o dönemde verilen görevi yerine getirirdi. Mustafa Kemal ise farklıydı. Jean-Jacques Rousseau, Voltaire, Montesquie ile harmanlanmış bir zihnin eseriydi. Binaenaleyh ona verilen göreve karşın o işgale karşı direnişi ve en nihayetinde ulusal egemenliği halkın iradesine dayalı yeni bir siyasal düzenle tahkim etmeyi hedeflemişti. İşte bu yüzden, İstanbul’un 16 Mart 1920’de işgal edilmesinden yalnızca bir gün sonra, 17 Mart’ta, ordu komutanlıklarına gönderdiği genelgeyle Ankara’da olağanüstü yetkilere sahip bir meclisin, yani bir “Meclis-i Müessisan”ın toplanacağını ilan etti. Bu, o dönem sadece basit bir temsil organı olarak gözükse dahi Mustafa Kemal’in kafasında yeni bir siyasal düzenin kurucu iradesi olarak tasarlanmış bir meclisti.
Mustafa Kemal Paşa’nın kullandığı “kurucu meclis” ifadesi, o dönemki siyasal literatürde yabancı ve çekinceyle karşılanan bir kavramdı. Bu nedenle, 19 Mart tarihli ikinci genelgesinde bu terimin halk nezdinde tanınırlığı olmadığını belirterek “salâhiyeti fevkalâdeye malik bir meclis” tanımıyla yetindi. Ancak bu geri adım kurucu meclis fikrinden bir sapma değildi. Pragmatist bir insan olan Mustafa Kemal bu fikri toplumsal meşruiyet çerçevesinde daha anlaşılır biçimde ifade etme çabası güttü. Zira Mustafa Kemal, anayasa hukuku açısından olağanüstü yetkilere sahip bu meclisin yalnızca mevcut düzeni sürdürmekle yetinmeyip rejimi değiştirme yetkisiyle donanmış olması gerektiğini açıkça vurgulamıştır.
Atatürk’ün bu yaklaşımı onun yalnızca basit bir asker olmadığını gösterir. Atatürk, aynı zamanda modern anlamda bir kuramcı ve devlet kurucusudur. Siyasal teoriye, anayasa hukukuna, toplumbilime ve tarihe olan ilgisi; onu döneminin İsmet Paşa, Fevzi Paşa gibi komutanlarından ayıran en temel özelliklerden biridir. Kurucu iktidar ve kurucu meclis kavramlarını yalnızca kuramsal düzeyde bilen değil bizzat uygulamaya koyan bir liderdir. Nitekim 23 Nisan 1920’de açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi, klasik parlamenter organların çok ötesinde halkın egemenliğini fiilen üstlenen, yasa koyan, yürütmeyi doğrudan gerçekleştiren ve hatta anayasa yapan bir kurucu iktidar organı olmuştur.
Birinci Meclis’in kuruluş koşulları, onun anayasa teorisindeki yerini de belirler. Zira Osmanlı Devleti’nin yürürlükteki anayasal düzeni olan Kanun-ı Esasi’ye tamamen aykırı biçimde toplanmış, herhangi bir padişah fermanı veya İstanbul merkezli meşru yapıdan yetki almamıştır. Bu yönüyle, yürürlükteki hukuk düzeninin dışına çıkarak yeni bir egemenlik alanı tesis eden ve bu alanda yeni bir siyasal yapı inşa eden bir asli kurucu iktidar örneğidir. Kurucu Meclis; yasama,yürütme ve yargı erklerini elinde birleştirerek, “meclis hükümeti sistemi” denen modelle ülkeyi doğrudan yönetmiştir.
Bu kurucu iktidar, 1921 Anayasası’nı (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu) hazırlamış; bu anayasa ile “hakimiyet bilâ kayd u şart milletindir” ilkesi anayasal güvence altına alınmıştır. Böylece egemenliğin kaynağı, padişahın ve hanedanın şahsından alınıp milletin tamamına devredilmiş, egemenliğin monarşik-teokratik kaynağı yerine rasyonel ve laik bir egemenlik anlayışı yerleştirilmiştir. Meclis’in bu icraatları yeni bir devlet kuran “kurucu iktidar” olduğunu kanıtlar niteliktedir. Mustafa Kemal, İstanbul’un artık meşru bir siyasal merkez olamayacağını gördüğü anda, meşruiyetin halktan geldiği bir sistemi kurmak için harekete geçmiştir. Birinci Meclis’in faaliyetleri; yasa yapma, hükümet kurma, dış politika yürütme, yargı kurumlarını şekillendirme ve en nihayetinde Cumhuriyet rejimini ilan etmeyle sonuçlanan süreçte bir kurucu iktidarın tüm işlevlerini yerine getirmiştir.
Bu gerçek, anayasa hukukunun kurucu iktidar kuramına da birebir uyar. Kurucu iktidar; mevcut anayasa düzeninin dışında, anayasa üstü bir iradeyi temsil eder ve yeni bir anayasa düzeni kurar. Türkiye’de 1920-1923 arası süreç, bu kuramın sahadaki en somut örneklerinden biridir. Bu nedenle 1920’de açılan Gazi Meclis hem tarihsel hem de hukuke bir “asli kurucu iktidar”dır. Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliği ise bu iktidarın yönünü tayin eden irade olarak tarihe geçmiştir.
Kurucu İktidar ve Devlet
Anayasa hukukunun temel kavramlarından biri olan kurucu iktidar, özellikle modern yazılı anayasacılıkla birlikte anlam kazanan ve devletin doğuşunu açıklamada kullanılan kuramsal bir çerçeve sunar. Bu kavram, Mümtaz Soysal, Erdoğan Teziç ve Bülent Tanör gibi Türkiye’de anayasa hukukunun öncülerinin eserlerinde ayrıntılı biçimde ele alınmış ve özellikle Cumhuriyet’in kuruluş süreci ile birlikte değerlendirilmiştir. Kurucu iktidar, mevcut bir anayasal düzenden değil, o düzenin dışında ve üstünde bir iradeden kaynaklanır. Bu yönüyle yalnızca hukuki değil aynı zamanda siyasal ve tarihsel bir nitelik taşır.
Devletin oluşumuna ilişkin modern siyaset kuramları tartışıldığında, akla gelen ilk isimler genellikle John Locke, Jean-Jacques Rousseau ve Montesquieu olur. Bu düşünürler; modern devletin meşruiyet temellerini, toplum sözleşmesi teorilerini ve kuvvetler ayrılığı ilkesini geliştirmişlerdir. Ancak bu filozoflar, anayasanın nasıl yapılması gerektiği ya da anayasa değişikliklerinin hangi süreçlerle hayata geçirileceği konusunda sistematik ve teknik ayrıntılar sunmamışlardır. Onların öncelikli ilgisi, siyasal iktidarın meşrulaştırılması, birey-hak-devlet ilişkilerinin teorik çerçevesinin kurulmasıdır.
Bu eksiklik, kurucu iktidar kuramının anayasa yapımı pratikleriyle birlikte gelişmesine neden olmuştur. Nitekim İngiltere, anayasa hukukunda önemli bir istisna teşkil eder. Bugün hâlâ yazılı, tekil bir anayasa metnine sahip olmayan Birleşik Krallık’ta devlet organları —yani yasama, yürütme ve yargı— tarihsel süreçte, gelenekler, teamüller ve içtihad yoluyla biçimlenmiş, kurumsallaşmıştır. İngiliz devlet sisteminde kurumlar ve erkler bir “kurucu iktidar” iradesiyle değil, evrimsel bir süreç içinde teşekkül etmiştir. Dolayısıyla İngiltere’de anayasal düzen, yazılı anayasalara dayalı sistemlerden farklı olarak kurucu iktidar kavramını zorunlu kılmaz.
Ancak modern anayasa hukukunun dayandığı esas örnekler yazılı anayasaların ortaya çıktığı Amerikan ve Fransız deneyimleridir. 4 Temmuz 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirisi, egemenliğin kaynağının halk olduğunu ilan etmiş; bu ilke, 1787 yılında dünyanın ilk yazılı anayasası olarak kabul edilen ABD Anayasası ile somutlaşmıştır. Bu anayasayı yapan Philadelphia Konvansiyonu, klasik anlamda bir kurucu meclis örneğidir. Aynı şekilde, 1789 Fransız Devrimi sonrasında 1791’de kabul edilen Fransız Anayasası, kurucu iktidar düşüncesinin Avrupa’daki temel referanslarından biri olmuş; bu anayasal süreçler, siyasal rejimin sadece yeniden düzenlenmesini değil, doğrudan kurulmasını sağlamıştır.
Bu iki tarihsel örnek, anayasa yapımının yanı sıra kurucu iktidar düşüncesinin gelişimi bakımından da önemlidir. Bu bağlamda, Thomas Paine (ABD) ve Emmanuel Sieyès (Fransa), kurucu iktidar kavramını anayasa kuramına kazandıran öncü figürlerdir. Sieyès’in şu ifadesi, kurucu iktidar kuramının özünü verir:
“Anayasa, kurulmuş iktidarların değil, kurucu iktidarın eseridir.”
Bu görüş, anayasa hukukunda bir dönüm noktasıdır zira siyasal düzenin meşruiyetini belirleyen yasanın, kendisinden yetki alan iktidarlarca değil, onu yaratma yetisine sahip özgün ve üstün bir irade tarafından yapılabileceğini savunur.
Kurucu iktidarın temel varsayımı şudur: Anayasayı yapan iktidar ile anayasadan yetki alan iktidar birbirinden farklıdır. Anayasadan yetki alan iktidar yani yürürlükteki anayasal düzenin içinde faaliyet gösteren yasama, yürütme ve yargı organları, ancak mevcut anayasal sınırlar içinde kalabilirler. Bu iktidarların görev ve yetkileri, mevcut anayasa tarafından belirlenmiş ve sınırlanmıştır. Dolayısıyla bu iktidarlar yeni bir anayasa yapamaz; anayasanın öngördüğü değişiklik prosedürleri çerçevesinde kısmi değişiklikler yapabilirler. Bu tür değişiklik yetkisi, anayasa hukuku doktrininde “tali kurucu iktidar” olarak adlandırılır.
Öte yandan, mevcut anayasal düzenin dışında ve üstünde bir iradeyle ortaya çıkan ve yeni bir anayasa yapan iktidar ise “asli kurucu iktidar” olarak tanımlanır. Asli kurucu iktidar, herhangi bir anayasal kurala ya da hukuk sistemine bağlı değildir. O, hukuk yaratandır. Yürürlükteki hukuku ortadan kaldırarak onun yerine yeni bir düzen kurma yetkisine sahiptir. Bu nedenle, asli kurucu iktidarın hareketi, hukuki olmaktan çok siyasal bir eylemdir. Hukuk sisteminin kendisini yaratan bir irade olduğu için, onun sınırlarını belirleyecek bir norm yoktur.
Kurucu iktidar-devlet ilişkisi bu bağlamda önem kazanır. Bir devletin oluşumu, ancak kurucu iktidarın varlığı ve faaliyetiyle mümkündür. Bu, yeni bir siyasal topluluğun kendi egemenliğini tanıması ve bunu kurumsal bir çerçeveye kavuşturması anlamına gelir. Bu nedenle, anayasa yalnızca bir hukuk normu olmanın ötesinde, bir devletin doğum belgesi niteliğindedir. Her anayasa; kurucu iktidarın ürünü olarak bir siyasal toplumun kendisini nasıl yöneteceğini, iktidarı nasıl paylaşacağını ve meşruiyet kaynaklarını nasıl tanımlayacağını ortaya koyar.
Anayasa yapma yetkisi, teorik olarak yalnızca kurucu meclise aittir. Bu meclis, Osmanlı Türkçesi’nde Meclis-i Müessisan olarak anılmıştır. Modern anayasa teorisinde ise bu meclise genellikle “anayasa konvansiyonu” denir. “Konvansiyon” terimi, anayasanın yapımı veya derinlemesine değişimi amacıyla bir araya gelen özel kurullar için kullanılır. ABD’de 1787 Konvansiyonu, Avrupa Birliği’nde 2002 Avrupa Konvansiyonu gibi örnekler, kurucu meclis kavramının farklı coğrafyalardaki pratik görünümleridir. Anglo-Amerikan anayasa literatüründe, “konvansiyon” terimi hem tarihsel hem kavramsal olarak “kurucu meclis”in karşılığıdır.
Her devletin anayasası, kendi tarihsel, toplumsal, siyasal ve kültürel gerçekliğinden doğar. Dolayısıyla anayasa yapım yöntemleri de evrensel bir modele indirgenemez. Yeni bir anayasa yapmak için halkoylaması yoluyla seçilmiş özel bir meclis toplanabilir; mevcut yasama organı kendisine anayasa yapma yetkisi tanıyarak kurucu meclise dönüşebilir; ya da devrim niteliğinde yeni siyasal yapılar ihdas edilerek tamamen yeni bir anayasa hazırlanabilir. Hangi yöntemin tercih edileceği, sadece anayasal bir mesele değildir; aynı zamanda sosyopolitik güç ilişkilerinin, sınıfsal dengelerin, ideolojik yönelimlerin ve tarihsel bağlamın sonucudur. Bu nedenle anayasa yapımı, yalnızca bir hukuk tekniği değil, özünde siyasal bir mücadele alanıdır.
Sonuç
Kurucu iktidar kuramı, anayasa hukukunun en temel yapı taşlarından birini oluşturur. Asli kurucu iktidar ile tali kurucu iktidar arasındaki ayrım, anayasa yapım süreçlerinin meşruiyet temelini ayırt etmeye olanak sağlar. Asli kurucu iktidar, bir siyasal topluluğun kendi geleceğini yeniden tayin etme iradesidir; yeni bir siyasal düzenin başlangıç anıdır. Türkiye’de Birinci Meclis ve 1921 Anayasası süreci bu bağlamda, hukuk tarihinde bir “kuruluş momenti” olarak değerlendirilmelidir. Günümüzde bir anayasa yapımına dair tartışmalar da, bu teorik ayrımı gözeterek değerlendirilmelidir. Zira hangi aktörün, hangi yetkiyle, hangi yöntemle anayasa yapacağı sorusu; sadece bir hukuk sorusu değil, aynı zamanda egemenliğin yeniden kime ait olacağını belirleyen siyasal bir karardır.
Ali Kerem Gülaçtı
Kaynakça
Arato, A. (2000). Civil Society, Constitution, and Legitimacy. Rowman & Littlefield.
Paine, T. (1995). Common Sense and Other Writings (Ed. Gordon S. Wood). Modern Library Classics. (Orijinal eser: 1776)
Sieyès, E. (2003). What is the Third Estate? (Çev. M. Sonenscher). Hackett Publishing Company. (Orijinal eser: 1789)
Soysal, M. (2000). Anayasaya Giriş (11. Baskı). İstanbul: Der Yayınları.
Tanör, B. (2004). Anayasa Hukukuna Giriş (12. Baskı). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Teziç, E. (2012). Anayasa Hukuku (12. Baskı). İstanbul: Beta Yayınları.
Tuncay, M. (2001). Türkiye’de Sol Akımlar (1908–1925). İstanbul: İletişim Yayınları.
Özbudun, E. (2012). Türk Anayasa Hukuku (10. Baskı). Ankara: Yetkin Yayınları.
Kalyvas, A. (2008). Democracy and the Politics of the Extraordinary: Max Weber, Carl Schmitt, and Hannah Arendt. Cambridge University Press.
Grimm, D. (2016). Constitutionalism: Past, Present, and Future. Oxford University Press.
Breen, T. H. (2010). American Insurgents, American Patriots: The Revolution of the People. Hill and Wang.
Vile, M. J. C. (1998). Constitutionalism and the Separation of Powers. Liberty Fund.