Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’ye atfedilen ve zamanla yalnızca Rus edebiyatının değil, dünya edebiyatına kazınmış bir cümle vardır:
“Hepimiz Gogol’un paltosundan çıktık.”

Bu cümle, ilk bakışta Gogol’a duyulan bir hürmetin ifadesi gibi görünür. Ne de olsa her edebî kuşak, kendisinden öncekilere borçludur ve Dostoyevski gibi bir yazarın Gogol’a selam durması, edebiyat tarihi açısından doğal bir saygı ritüeli olarak okunabilir. Ancak mesele burada bitmez. Bu cümle, yüzeyi kazıdıkça derinleşen; edebî etkiden felsefî bir ontolojiye, biçemsel mirastan insan ruhunun karanlık dehlizlerine kadar uzanan çok katmanlı bir sözdür.
“Hepimiz Gogol’un paltosundan çıktık,” çünkü onun yazdığı Palto adlı hikâye, yalnızca bir karakterin ya da dönemin değil, modern insanın özündeki kırılganlığın, görünmezliğin, kimliksizlikle baş etmeye çalışmasının simgesidir. O palto, bir giysi olmaktan çıkıp hem edebiyatın hem de insan varoluşunun metaforik örtüsüne dönüşür. Sırtımızda taşıdığımız, bizi soğuktan koruyan ama bir yandan da bizi sınırlayan o eski kumaş parçası, yalnızca Gogol’un yazdığı bir nesne değildir artık. O palto, dışarıya karşı savunmamız, içeriye karşı suskunluğumuz, dünyada bir yer edinme çabamızdır.
Dostoyevski’nin bu sözüyle ima ettiği şey, yalnızca bir yazarın başka bir yazarı doğurduğu değildir; aynı zamanda Gogol’un yarattığı atmosferin, dilin, bakışın ve insan anlayışının bütün bir edebî gelenek boyunca yankılandığıdır. Bu anlamda Gogol’un paltosu, yalnızca edebiyatçılara değil, bize—okuyuculara, yurttaşlara, insanlara—aittir. Her birimiz, görünmez kalmamak için bir paltoya sarınırız; her birimiz, var olabilmek için görünür olmanın yollarını ararız. Fakat o görünürlük, çoğu zaman çalınır bizden—tıpkı Akaki Akakiyeviç’inki gibi.
Ve belki de bu yüzden, bugün bile “hepimiz Gogol’un paltosundan çıktık” demek, yalnızca bir geçmişe bakış değil; aynı zamanda bugünkü hâlimize, toplumun kıyısında kalmışlığımıza, anonimleşmişliğimize, varlığımızla yokluğumuz arasındaki o tuhaf, sarsıcı gerilime de bir işarettir.
Bir Paltoya Sığan Koca Bir Hayat
Nikolay Vasilyeviç Gogol’un 1842 tarihli kısa hikâyesi Palto, yüzeyde basit bir trajediyi anlatıyor gibi görünse de, satır aralarında modern bireyin yüzyıllar boyunca içinde kıvrandığı temel bir sorunsalı dile getirir: görünmezlik. Bu görünmezliğin baş aktörü olan Akaki Akakiyeviç Başmaçkin, edebiyat tarihinin en sessiz çığlıklarından biridir.
Akaki, Petersburg’un rutubetli sokaklarında, devlet dairesinin loş odalarında varla yok arasında bir hayat sürer. Kalem memurudur; yani üst düzey bir yetkisi yoktur, karar almaz, yön vermez. Yaptığı tek iş, başkalarının yazdıklarını temize çekmektir. Fakat burada bile olağanüstü bir sadakat ve tutarlılık sergiler. Yazının estetiği, harflerin düzgünlüğü, onun için kutsal bir ritüele dönüşmüştür. Memuriyet onun için yalnızca bir meslek değil, neredeyse bir ibadet biçimidir. Ne var ki, bu çabanın karşısında gördüğü toplumsal tepki, kayıtsızlıktan ibarettir. Akaki çevresindekiler tarafından küçümsenir, alaya alınır; adı bile başlı başına bir alay konusudur. Çevresinin gözünde ne kişiliği vardır ne de ağırlığı. Hayat onun etrafından akar, ama ona hiç uğramaz.
Evine döndüğünde de manzara değişmez. Kiralık küçük bir odada, tekdüze ve renksiz bir yaşam sürer. Ne arkadaş çevresi vardır ne de ailesi. Yalnızlık, onun kaderi değil, varoluş biçimidir. Tek eğlencesi, mesai sonrasında dahi devlet dairesinde çalışmak, harfleri yeniden yeniden yazmaktır. Aşırıya kaçan bir sadelik içinde neredeyse cisimleşmiş bir gölge gibidir. Tam da bu nedenle, Gogol onun adını “Akaki Akakiyeviç” koyarak bir tekrar, bir döngü hissi yaratır—sanki bu adam, kendisini tekrar eden, yenilenemeyen bir hayatın bizzat ta kendisidir.
Fakat bir gün, bütün bu sessizlik bozulur. Akaki’nin yıllardır giydiği paltosu artık yama tutmaz hale gelmiştir ve soğuk Petersburg kışında bu, bir ölüm fermanı demektir. Paltonun tamir edilemeyecek kadar eskimiş olması, Akaki’yi yeni bir palto edinmeye zorlar. İşte bu noktada hikâye kırılır ve Akaki’nin hayatında ilk kez bir “amaç” belirir. Yeni bir paltoya kavuşmak, onun için yalnızca bir giyim meselesi değil, içsel bir uyanıştır. Yıllarca kenarda köşede kalmış bir memur, kendine bir hedef belirler. Tasarruf eder, kıyafet giderlerinden kısar, neredeyse aç kalır. Aylar sonra, sonunda hayalini kurduğu paltoyu yaptırır.
Yeni paltosunu giydiği ilk gün, Akaki Akakiyeviç’in dünyası değişir. Artık çevresindeki insanlar ona selam verir, adını doğru telaffuz eder, hatta onu davet eder. Bugüne dek görünmeyen bir siluet, bir anda toplum tarafından fark edilir hale gelmiştir. İşte burada Gogol’un büyüklüğü kendini gösterir: Yeni bir palto, sosyal kabulün anahtarı olabilir mi? Bir kıyafet, insanı insan kılabilir mi?
Ancak bu varoluşsal “yükseliş” kısa sürer. Yeni paltoyu giydiği birkaç gün sonra, karanlık bir sokakta saldırıya uğrar ve palto çalınır. Bütün birikimi, emeği, kimliği ve görünürlüğü bir anda yok olur. Polise gider, çare arar, hatta yüksek rütbeli bir memura ulaşır. Fakat bürokrasinin taş duvarları, onun çığlığını işitmez. Bir zamanlar var olmaya yaklaşmış olan Akaki, şimdi yeniden ve daha sert bir şekilde hiçliğe itilir. Bedeni de ruhu gibi direncini yitirir; birkaç gün içinde hastalanır ve ölür.
Akaki’nin ölümüyle hikâye sona ermez. Gogol, anlatısına hafif fantastik bir dokunuş ekleyerek, Akaki’nin hayaletinin Petersburg sokaklarında dolaştığını ve insanların paltolarını çaldığını anlatır. Bu, belki de edebiyat tarihinin en acı ve en haklı hayaletlerinden biridir. Çünkü Akaki, yaşarken görmezden gelinmiş, öldüğünde bile duyulmamıştır. Ancak bir hayalet olarak, toplumu korkutarak görünür olabilmiştir. Gerçekte yok sayılan bir insanın, ancak doğaüstü bir şekilde var olabilmesi ironik ama keskin bir eleştiridir.
Akaki Akakiyeviç’in hayatı, bize şunu gösterir: Bazen bir insanın bütün varlığı, bir paltoya sığabilir. Toplumun en alt katmanında yaşayan, görünmez bir figür bile, küçücük bir nesneyle hayata tutunabilir. Ve o nesne yok olduğunda, insanın içsel yapısı da çöker. Bu nedenle Palto, yalnızca sınıfsal bir eleştiri değil; aynı zamanda, insanın var olma mücadelesinin, kimliğini arayışının ve toplumsal düzene karşı sessiz başkaldırısının simgesel bir anlatısıdır.
Varoluşçuluğun Paltoya Bakışı: Kimlik, Hiçlik ve Absürd
Varoluşçuluk, 20. yüzyılda Jean-Paul Sartre’ın özgürlük anlayışı, Martin Heidegger’in “dünyaya fırlatılmışlık” kavrayışı ve Albert Camus’nün “absürd” düşüncesiyle sistemleşmiş bir felsefi damardır. Ancak Gogol, bu düşünce sistemlerinin çoğuna, henüz adları konmamışken, edebî sezgiyle dokunmuştur. Palto, yalnızca edebî değil, varoluşçu bir metindir. Çünkü hikâyenin merkezinde, kendisine dayatılan dünyada bir anlam arayan ve bu anlamı dışsal bir nesnede—palto—bulan, fakat o nesne elinden alındığında metafizik bir boşluğa düşen bir figür vardır.
Akaki Akakiyeviç, Sartre’ın deyimiyle “kendinde-varlık”tır. Yani olduğu gibi olan, farkındalıktan uzak, değişmeyen, edilgin bir varlıktır. Ancak yeni paltosuyla birlikte, ilk kez “kendisi için varlık” olmaya, bir bilinç geliştirmeye başlar. Artık yalnızca var olan değil; “fark edilen” ve “fark etmeye başlayan” bir insandır. Bu andan itibaren varoluşun sorumluluğu, onun omuzlarına da yüklenir.
Camus’nün Yabancı romanındaki Meursault gibi, Akaki de anlamı dış dünyada değil, kendi içine dönerek bulmaya çalışmaz. Aksine, anlamı ona dışarıdan verilmiş gibi yaşar. Palto bu bağlamda, bireyin kimliğini inşa etmek için tutunduğu dışsal nesnelerin simgesidir. Toplumun değer yargıları, giysiyle şekillenen bir “görünürlük rejimi” kurar. Bu rejim içerisinde Akaki, ancak paltosuyla tanınır. Palto yok olduğunda, bir kez daha “hiç”e dönüşür.
İşte burada Camus’nün “absürd” kavrayışı belirir. İnsan, evrende anlam arar; ancak evren, bu çağrıya sessiz kalır. Akaki de çaresizlikle sistemin kapısını çalar. Yetkililere ulaşır, yardım ister, sesini yükseltir. Fakat aldığı yanıt, kayıtsız bir otoritenin öfkesi ve aşağılamasıdır. Bürokrasi, insanın yüzünü tanımaz; yalnızca formları, kıdemleri, paltoları tanır. Ve bu kayıtsızlık karşısında Akaki, yalnızca sosyal olarak değil, varoluşsal olarak da çöker.
Heidegger’in “Das Man” (herkes) kavramıyla betimlediği, bireyin kendisi olamayıp toplumun anonim değerlerine sıkışmış hali de burada vücut bulur. Akaki, kendi sesini hiç bulamamış, kendi kararını hiç verememiştir. Sürüklenen bir varlıktır. Bu hâliyle Gogol’ün karakteri, yalnızca bir bürokrat değil; varlığa fırlatılmış ama kendilik kuramamış bir ontolojik yetimdir.
Gogol’un Paltosu: Sınıfsal Bir Mezartaşı mı, Felsefî Bir Ayna mı?
Gogol’ün Paltosu, elbette yalnızca bir varoluş sorgulaması değildir. Aynı zamanda sınıfsal çelişkilerin soğuk bir aynasıdır. Petersburg’un donuk kaldırımlarında yürüyen Akaki, imparatorluk Rusyası’nın dip sınıfıdır. Ne aristokrasinin ışıltısına dahildir ne de burjuvazinin yükselen enerjisine. O, sistemin tam ortasında duran ama sistemin hiçbir yerinde sayılmayan bir “artık insandır.”
Yeni paltosuyla geçici olarak üst sınıfın dikkatini çeker. Onu selamlayanlar, fark edenler, hatta “kendine benzediğini” kabul edenler olur. Ancak bu çıkış gerçek değil, yanılsamadır. Çünkü Akaki’nin yükselişi, yalnızca bir giyisilik zamandır. Palto çalındığında, sınıfsal gerçekliğin duvarları bir kez daha ve daha sert bir şekilde üzerine kapanır.
Bu durum, sadece sosyal değil, aynı zamanda ontolojik bir felakettir. Paltonun yokluğu, yalnızca görünürlüğün değil, kimliğin, aidiyetin ve varlık duygusunun da kaybıdır. Gogol burada bir nesnenin sosyal anlamını değil, felsefî işlevini kurar: Palto, Akaki’yi dışarının soğuğundan değil, dünyanın umursamazlığından korur. O nesne artık yalnızca yün bir giysi değil, kendilik örtüsüdür.
Bu anlamda hikâye, sınıfsal eleştirinin ötesine geçerek, bireyin “hiçliğe” karşı çaresiz mücadelesini anlatır. Akaki, sistemin dışına çıktığında kendisini bulmaz; tam tersine silinir. Kimliğini hiçbir zaman kendi içinden kuramamış olan bir insan, dışsal olan yıkıldığında tamamen çöker. Ve bu çöküş, mezar taşına ismini yazdırmaz; onu bir hayalete dönüştürür. Ancak ölüp hayalet olduğunda fark edilir. Bu, Gogol’un sunduğu en sert eleştiridir: İnsanı hayattayken değil, ancak korku verdiğinde görüyoruz.
Kafka, Camus ve Modern Varoluşun Gogolcu Kökleri
Kafka’nın Dönüşüm adlı öyküsünde, Gregor Samsa bir sabah böceğe dönüşmüş olarak uyanır. Bu fiziksel değişim grotesktir, evet. Ama asıl travma, çevresindekilerin bu değişime verdikleri tepkidedir. Gregor, artık ailesi tarafından bakılması gereken bir yük, şirketi için çalışamayan bir işlevsiz varlıktır. Bu dışlanma, onun insan kimliğinin yalnızca işe yararlılığı ve toplumsal fayda üzerinden kurulduğunu gösterir. Aynı Paltoda olduğu gibi, görünürlük ve değer, dışsal bir varlığa—bu kez beden yerine işe—bağlıdır. Gregor ne zaman ki bu “işlev”den düşer, o zaman tamamen dışlanır.
Camus’nün Yabancı adlı romanında ise Meursault, annesinin ölümüne kayıtsız kalışı ve ardından işlediği bir cinayet nedeniyle toplumla uyumlu bir birey olamadığı için yargılanır. Camus, burada insanın evrende anlam bulma arayışının boşluğa çarptığını söyler. Dünya sessizdir. Akaki Akakiyeviç’in, paltoyu çaldırdıktan sonra yardım için çıktığı yolda karşılaştığı o anlamsız öfke, Camus’nün tanımladığı “absürd” deneyimin erken bir izdüşümüdür. Çünkü Akaki ne kadar çırpınırsa çırpınsın, karşısında onu duyacak bir özne yoktur. Bürokrasi, onun varlığını kayda geçmez; sistemin gözünde o bir “vak’a” bile değildir.
Gogol’un metni, bu yönüyle hem Kafkaesk dünyaların öncüsüdür hem de Camusvari bir felsefî suskunluğun hikâyesidir. Bireyin anlam arayışına karşı dünyanın tepkisizliği, sadece edebiyatın değil, felsefenin de temel uğrak noktalarından biri hâline gelir. Ve Gogol, bunu sade bir palto aracılığıyla yapar: En sıradan nesneyle en büyük varoluşsal hakikati yüzümüze çarpar.
Türk Edebiyatı ve Paltonun Gölgesi
Gogol’un çizdiği “küçük insan” figürü, yalnızca Batı edebiyatında değil, Türk edebiyatında da güçlü yankılar bulmuştur. Modern Türk edebiyatının belli başlı eserlerinde, toplumun kenarına itilmiş, anlam arayışında boğulmuş, içe kapanmış figürler hep birer “Akaki” olarak karşımıza çıkar. Bu karakterler de kendi “paltoları”nı bulmaya, görünür olmaya, ama çoğu kez yine görünmezliğe savrulmaya çalışırlar.
Sait Faik Abasıyanık’ın öykülerindeki balıkçılar, hamallar, kenar mahalle çocukları, sıradan İstanbul insanları, tıpkı Akaki gibi seslerini çıkarmayan ama içten içe varoluş sancısı çeken figürlerdir. Onların da gözleri hep başka bir şehre, başka bir ihtimale, başka bir paltosuzluğa bakar.
Orhan Kemal’in romanlarında, özellikle Bereketli Topraklar Üzerinde gibi eserlerde karşılaştığımız köylüler ve işçiler, sistemin dışına itilmiş emekçilerdir. Onlar da Akaki gibi hayatın kıyısında yaşar; sınıf atlama çabaları çoğu zaman başarısızlıkla, düş kırıklığıyla ve görünmezlikle sonuçlanır.
Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli romanındaki Zebercet, Gogol’un kahramanına çok daha yakın bir varoluşçulukla örülmüştür. Otelin tekdüze zamanında sıkışmış, toplumsal ilişki kuramayan, geçmiş ve gelecek arasında asılı kalmış Zebercet de, kimliğini inşa edemeyen bir figürdür. Onun da paltosu yoktur; yahut belki de onunki hiç dikilmemiştir.
Oğuz Atay’ın Tutunamayanlarındaki Turgut Özben ise, modern Türkiye’nin kafası karışık aydınıdır. Sisteme ait değildir, ama ona karşı da bir devrimci değildir. Akaki’nin memuriyetteki sessiz itaatkârlığı, Turgut’un içsel sorgulama çığlığına dönüşmüştür. Fakat sonuç değişmez: Varoluş, yine yalnızlıkla, görünmezlikle ve kimliksizlikle yüzleşir.
Bu figürlerin tamamı, Gogol’un açtığı edebî hattın Türkiye’deki iz düşümleridir. Her biri, görünür olmakla yok olmak arasındaki o ince çizgide yürür. Ve her biri, Palto’nun o soğuk dikişlerinde gizli bir miras taşır.
Sonuç: Paltoyu Neden Hâlâ Çıkarmıyoruz?
Nikolay Gogol’un Paltosu, yalnızca edebiyat tarihine yön vermiş bir kısa hikâye değil; modern insanın trajedisini en yalın ama en keskin haliyle ortaya koyan varoluşsal bir aynadır. Dostoyevski’nin “Hepimiz Gogol’un paltosundan çıktık” sözü, edebî bir soy bildiriminin ötesinde, insanlığın hâlâ taşıdığı derin bir yara izine işaret eder. Çünkü bizler, hâlâ Akaki Akakiyeviç’in kaderini paylaşıyoruz: Tanınmak, fark edilmek, kabul görmek için bir “paltoya” sarınıyoruz.
Günümüzde o palto, belki bir diplomadır, belki bir meslek kartı, bir unvan, bir sosyal medya profili ya da pahalı bir marka. Ama işlevi değişmemiştir: Görünür olmak. Göze çarpabilmek. Toplumun sessiz bakışları altında “evet, bu da biri” dedirtebilmek. Ve tıpkı Akaki gibi, bu dışsal simgeleri yitirdiğimizde, kendimizi bir anda soyulmuş, çıplak, görünmez hissediyoruz. Çünkü varlığımızı içsel değil, dışsal tanımlarla kurduk. Kimliğimizi giysimizin kumaşına, işlevimizin değerine, onay almanın seremonisine bağladık.
Bu nedenle Gogol’un paltosu, hâlâ omzumuzdadır. Ve bu paltoyu hâlâ çıkaramıyoruz—çünkü çıkardığımızda altımızda ne olduğunu bilmiyoruz. Kendi sesimizi duymaya cesaret edemediğimiz için başkalarının onayını palto gibi üzerimize geçiriyoruz. Kendimizi inşa etmek yerine, inşa edilmiş kimliklere sığınıyoruz. Bu bir nevi varoluş korkusudur. Sartre’ın dediği gibi: “İnsan, kendisini olduğu gibi değil, olmak zorunda olduğu gibi hisseder.” Ve işte o zorunlulukların biçim verdiği kumaş, paltonun ta kendisidir.
Belki de Gogol’un hikâyesi bu yüzden eskimiyor. Çünkü modern dünya, “küçük insan”ı artık sadece devlet dairelerinde değil, her yerde yeniden ve yeniden üretmeye devam ediyor. Bazen bir okulda, bazen bir ofiste, bazen bir mahallede, bir sınır kapısında, bir telefon kuyruğunda. Bireyin değeri hâlâ sistemin yapraklarında kayboluyor, sesi hâlâ duvarlara çarpıp geri dönüyor.
Ve bizler, hepimiz, hâlâ o paltonun içinde üşümemek için kıvrılıyoruz. Belki o paltoyu bir gün çıkaracağız. Belki bir gün kimliğimizi giysimizin değil, sesimizin içinde bulacağız. Belki bir gün “hiçlik”le yüzleşmenin insana acı değil özgürlük verdiğini anlayacağız.
Ama o güne kadar, Gogol’un paltoyu özenle diktiği hikâyesi, hâlâ sırtımızda taşıdığımız bir hakikat olarak kalacak.
Ali Kerem Gülaçtı
Kaynakça:
Atay, O. (1972). Tutunamayanlar. İletişim Yayınları.
Atılgan, Y. (1973). Anayurt Oteli. Yapı Kredi Yayınları.
Camus, A. (1942). Yabancı (S. Eyüboğlu & V. Günyol, Çev.). Can Yayınları. (Orijinal eser 1942’de yayımlandı)
Gogol, N. V. (1842). Palto (S. Gürses, Çev.). Can Yayınları. (Orijinal eser 1842’de yayımlandı)
Heidegger, M. (1927). Varlık ve Zaman (K. H. Ökten, Çev.). Agora Kitaplığı. (Orijinal eser 1927’de yayımlandı)
Kafka, F. (1915). Dönüşüm (A. Cemal, Çev.). Can Yayınları. (Orijinal eser 1915’te yayımlandı)
Orhan Kemal. (1954). Bereketli Topraklar Üzerinde. Everest Yayınları.
Sait Faik Abasıyanık. (1952). Lüzumsuz Adam. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Sartre, J.-P. (1938). Bulantı (B. Kılınçer, Çev.). Yapı Kredi Yayınları. (Orijinal eser 1938’de yayımlandı)
Sartre, J.-P. (1943). Varlık ve Hiçlik (A. Tümertekin, Çev.). İthaki Yayınları. (Orijinal eser 1943’te yayımlandı)